Suriye'de erken iyileşime, son yıllarda önem kazanan bir değişken olarak öne çıkıyor. Bu kapsamda, Ümran Stratejik Araştırmalar Merkezinin, Mardin Artuklu Üniversitesi işbirliğiyle “Suriye'de Erken İyileşme: Gerçeklik ve Gelecek Perspektifleri” başlıklı ikinci araştırma konferansını düzenliyor.
Konferansa katılım için Arapça, İngilizce ve Türkçe olarak araştırma tekliflerinin alınmaya başladığını duyuruyoruz. Araştırma önerilerinin son teslim tarihi 31 Aralık 2023'tür.
Konferansın 17-18 Mayıs 2024'te yapılması planlanıyor.
Ayrıntılı Bilgi İçin:
- Ana temalar ve abonelik kriterleri: https://bit.ly/47o2I9d
- Başvuru Formu: https://bit.ly/3Gf1rFg
Umran Stratejik Araştırmalar Merkezi ve Mardin Artuklu Üniversitesi işbirliğiyle düzenlenen "Aksa Tufanının Suriye'deki Gelişmelere Etkisi" konulu panele katılmanızdan memnuniyet duyarız.
Davetiye Ayrıntıları
Davet Türü: Genel
Katılım Şekli: Yüz yüze
Tarih : 23 Kasım 2023, Perşembe.
Saat : 13:00.
Adres : Mardin Artuklu Üniversitesi kampüsü Sağlık, Kültür ve Spor (SKS) içindeki Ebu ul-Ula Konferans Salonu.
Suriye’deki iç savaşın seyrinde Heyet Tahrir Şam’ı (HTŞ) bir aktör olarak görmekteyiz. HTŞ’nin büyük bir yerel aktör olması örgüte dair bu çalışmada cevap aranacak bazı soruları ortaya çıkarmaktadır. HTŞ’nin geçmişten günümüze değişimi nasıl gerçekleşmiştir? İdlib’deki mevcudiyeti ve hâkimiyeti nasıl şekillenmiştir? El-Kaide uzantısıyken yerel bir muhalif grup haline nasıl gelmiştir? Tüm bu soruların cevapları için HTŞ’nin kapasitesinin ve varlığının Suriye savaşı için anlamını doğru tahlil etmek elzemdir.
Devlet dışı silahlı aktörlere (DDSA) dair çalışmalar ekseriyetle ya bir vakanüvislik örneği teşkil ederek metin kronolojik olarak örgütün mazisine dair bir raporlamaya dönüşmektedir ya da örgütün mazisini ve kapasitesini göz ardı eden projeksiyonlar içermektedir. Her iki ihtimalde de bir aktör olarak X örgütünün kapasitesi ve bundan kaynaklı yaşanan ve yaşanması muhtemel gelişmeler sığ olarak tahlil edilmektedir. DDSA’ların bir aktör olarak ortaya koyduğu kapasitenin çözümlemesi bir analiz çerçevesi bağlamında örgütün geçmişi, yaşadığı dönüşüm süreci ve günümüzdeki konumunu göz önünde tutarak yapmak örgüte dair gerçekçi bir projeksiyon için zorunludur. Bir DDSA olarak HTŞ’nin kapasitesinin çözümlemesi yukarıda HTŞ’ye dair sorulan soruların cevaplanmasına da katkı verecektir. HTŞ’nin bir DDSA olarak ortaya koyduğu aktörlük kapasitesi Ersel AYDINLI’nın Özerklik-Temsiliyet-Etki çerçevesi kullanılarak tahlil edilecek ve HTŞ’ye dair bu çalışmadaki çıkarımlara zemin hazırlanacaktır.
nevi şahsına münhasır özerk aktörler olabilmeleri için devlet ve devlet merkezli sistemle aralarında mesafe olması gerekmektedir(1) .Bu mesafenin çok ya da az olması herhangi DDSA’ların bir DDSA’nın “gücünü” veya “zayıflığını” göstermemekte lakin ne derece otonom karar alıp harekete geçebildiğini işaret etmektedir. Devlete mesafeyi belirleyen faktörler ise “devlet baskısına karşı hayatta kalabilme” ve “devlet desteği olmaksızın hayatta kalabilme” kapasiteleridir. HTŞ’nin dönüşümü ve bu sürecin kapasiteye yansımasını idrak edebilmek için örgütün özerklik serüvenini Nusra Cephesi tecrübesinden başlayarak ele almak gerekir.
DDSA’lar askerî kapasiteleri nispetinde caydırıcı aktörlerdir. Askerî kapasitesi itibariyle sahada denge bozucu, sonuç etkileyici rollere sahip olan DDSA’lar bu kapasiteye ulaşmak ve bunu sürdürebilmek için güçlü mali kaynaklara ihtiyaç duyarlar. Nusra Cephesi tecrübesine bakıldığında petrol kaçakçılığı, fidye, haraç, el-Kaide ağları üzerinden akan bağış fonları(2). gibi gelir kalemleri göze çarpmaktadır. Örgüt, DAEŞ ile yaşanan kanlı ayrışma sürecinin sonunda elinden çıkan petrol sahaları nedeniyle milyonlarca dolarlık gelir kaybı yaşamıştır(3). Bu kayba rağmen ekonomik olarak hayatta kalabilen Nusra Cephesi’nin mali gücünde el-Kaide ağlarından gelen bağışlar önemli yer tutmuştur. Bu ağlardan gelen “bağış” adı altındaki para akışında Körfez ülkelerinden gelen fonların fazlalığı bilinirken örgüte İtalya’dan dahi “bağış” paralarının aktığı öne sürülmektedir(4). Fidye gelirlerine bakıldığında ise Nusra Cephesi’nin Malula’da esir aldığı 13 rahibe için Katar aracılığıyla elde ettiği milyonlarca dolarlık gelir başta olmak üzere adam kaçırma ve fidyeyi önemli bir hayatta kalma aracı olarak kullandığı kayıtlara geçmiştir(5).
HTŞ tecrübesinde ise örgütün İdlib’e sıkışıp kalmasından ötürü petrol sahalarından uzak kalması Nusra Cephesi tecrübesindeki petrol kaçakçılığı kaynaklı büyük gelirlerin alternatifinin bulunmasını zorunlu kılmıştır. Öte yandan örgütün el-Kaide ile bağlarını kopararak HTŞ adı altında yeniden yapılanması sürecinin asli amaçlarından olan “uluslararası meşruiyet” arayışı, adam kaçırma ve fidye pratiğinin de bilanço defterinden çıkması anlamına gelmiştir. Hâkim olduğu İdlib’de alternatif bir yönetim inşa etmeye çalışan ve böylece Nusra Cephesi tecrübesiyle ayrıştığını tüm bölgesel ve küresel aktörlere göstermek isteyen örgütün gelir kalemleri de alan hâkimiyeti ve tek elden yönetim ile uyumlu hale gelmiştir. Nusra Cephesi alan hâkimiyeti ve idari olarak diğer muhalif unsurlarla genel itibariyle otorite paylaşımında bulunan -bulunmak zorunda olan- bir yapıyken HTŞ’nin böyle bir iktidar paylaşımında olmadığı ve kendi idari yapısını tek başına kurarak mali kaynaklarını da yeniden yapılandırdığı görülmektedir. Örgüt, İdlib’de rejim unsurlarına ait olduğu iddiasıyla el koyduğu konut ve iş yerlerinden(6), İdlib’deki sivil hükümetin topladığı zekâtlardan ve yine sivil yetkililerin görev yaptığı sınır kapılarından ciddi miktarlarda gelir elde etmektedir(7).
Örgütün yeni stratejisi İdlib’de kurduğu yeni kurumlar üzerinden gelir kalemlerini çeşitlendirme yönünde olurken akaryakıt, enerji ve finans sektörleri atılım yapılan ana sektörler olarak göze çarpmaktadır. Watad Petrol Şirketi üzerinden bölgedeki akaryakıt ticaretinde ciddi bir paya sahip olan HTŞ, bu yapı üzerinden YPG/SDG ile de dönem dönem akaryakıt ticaretinde bulunmuştur(8). Milyonlarca insanın yaşadığı İdlib’in enerji ihtiyacını kendilerine bağlı elektrik dağıtım şirketi üzerinden sağlayan(9) ve bölgede tekel haline gelen HTŞ, ayrıca kurduğu Şam Bankası ile de İdlib’deki finans hareketliliği üzerinde tahakküm kurmaya çalışmaktadır(10).
Mali kaynaklar bağlamında bakıldığında Nusra Cephesi tecrübesinde de HTŞ tecrübesinde de devlet desteği olmaksızın hayatta kalabilme kapasitesinin inşa edildiği görülmektedir. Elbette muhtelif aktörlerin bölge politikaları dolaylı olarak örgütlere siyasî ve maddi imkânların kapısını açabilir. Lakin eldeki veriler ışığında Nusra Cephesi’nden HTŞ’ye gelen süreçte finansal bir özerklik kapasitesinden bahsetmek mümkün görünmektedir. SMO’nun mali olarak Ankara ile arasındaki ilişki, YPG’nin ABD’den aldığı açık destek veya İran destekli unsurların Tahran ile aralarındaki finansal ilişkiler göz önüne alındığında Suriye’deki örgütler bağlamında da yüksek bir özerklik kapasitesinden bahsetmemiz mümkündür. Finansal kaynakların çeşitliliği ve buradan hâsıl olan özerklik, örgütün milis devşirme ve silah kapasitesini inşa etme süreçlerinde de daha özgür bir hareket alanı yaratmıştır. Milislerinin maaşlarını ödemekte sorun yaşamayan, gelirleri çeşitli kalemlerde örgütün işleyişini sürdürecek seviyede olan HTŞ’nin, iç savaş ortamında hem milis adayı bulması hem de silah ve mühimmata ulaşması oldukça kolaydır. Bu sebeple Nusra Cephesi’nin DAEŞ ile ayrıştığı ve yabancı savaşçılarının büyük kısmını kaybettiği geçiş dönemi haricinde ne Nusra Cephesi’nin ne de HTŞ’nin askerî manada insan kaynağı sorunu yaşadığı görülmemiştir. Diğer muhalif unsurlarla ortak gerçekleştirilen rejim karşıtı operasyonlar örgütün savaş ganimetlerine ulaşması hususunda fayda sağlarken güçlü mali kaynaklar da yine iç savaş ortamında silah kaçakçılığı pazarında her türlü silah ve mühimmata ulaşabilmek anlamına gelmektedir.
Devlet baskısına karşı hayatta kalabilme kapasitesine bakıldığında ise örgütün tüm Suriye’de faal bir yapıyken İdlib ve çevresiyle sınırlandığını görmekteyiz. Bu durum Nusra Cephesi’nin ilk yıllarındaki Suriye sathında etki sahibi olma vasfının HTŞ için geçerli olmadığı manasına gelmektedir. Lakin İdlib ve çevresine sıkışmayı HTŞ özelinde bir gelişme olarak okumak iç savaşın Rusya’nın müdahalesi sonrası tamamen değişen güç dengesini göz ardı etmek ve muhalefeti HTŞ ile sınırlandırmak olacaktır. Diğer muhalif güçlerle birlikte önce Nusra Cephesi ve ardından HTŞ; rejim, Rusya ve İran güçlerine karşı alan hâkimiyetlerini günden güne kaybetmiştir. Rejime karşı muhalif unsurların ortak hareket etmesi adına kurulan Feth’ül Mübin harekât odasının en güçlü aktörü olan HTŞ’nin tüm muhalif grupların güç kaybettiği dönemde hayatta kalabilmesi ve halen en güçlü muhalif aktörlerden biri olabilmesi örgütün “devlet baskısı karşısında hayatta kalabilme” kapasitesinin tatmin edici olduğunu göstermektedir.
HTŞ’nin özne konumunda olduğu tüm bu faktörlerin haricinde Suriye iç savaşında bölgesel ve küresel aktörler arasındaki güç dengesinin de HTŞ’nin hayatta kalabilmesine uygun zemini sağladığı görülmektedir. ABD’nin YPG’yi desteklemeyi tercih etmesi, rejim ve müttefiklerinin de ÖSO ve diğer ana akım muhalif gruplar ile savaşması, DAEŞ ile mücadele ettikleri dönemde dahi muhalefet içerisinde daha radikal çizgiden gelen HTŞ’nin ayakta kalabilmesine katkı sağlayan diğer faktörlerdendir. Aynı anda hem ABD’nin hem de İran-Rusya-Esad rejimi hattının gerek gördükleri zaman İdlib’e havadan ve karadan müdahale etmekteki “meşrulaştırıcı” bahaneleri de “radikalleri barındıran” HTŞ’nin İdlib’deki varlığı olmuştur. Bunun dışında bir diğer faktör de 2016’dan bu yana sahanın en etkin aktörlerinden olan Türkiye’nin askerî ve siyasî kırmızı çizgileri olmuştur. İdlib’de muhalefetin rejim ve Rusya’ya karşı toprak kaybı ve buna müteakip on binlerce insanın sınır bölgelerine doğru harekete geçişi 2020’de Türkiye’yi karşı müdahaleye zorlamış ve sonunda en azından kapsamlı kara harekatlarının sona erdiği bir sürece girilmiştir. Halep’te rejim, Rusya ve İran hattının, Fırat’ın doğusunda ise ABD öncülüğündeki koalisyonun kuzeyinde bulunan Türkiye, Suriye içerisindeki askerî varlığını iki taşıyıcı kolon üzerine bina etmiştir. Bunlar: PKK tehdidi ve mülteci sorunudur. PKK tehdidine karşın SMO ile birlikte Afrin’den Rasulayn’a kadar olan bölgede aktif olarak bulunan Ankara, mülteci meselesinde ise milyonlarca sivilin ikamet ettiği İdlib’i bir ulusal güvenlik meselesi olarak görmüştür. İdlib’in onlarca farklı noktasında kurulan Türk askerî noktalarıyla olası bir kara harekâtı tehdidinin önüne set konulurken yine de hem İdlib’in kaotik bir ortama evrilmemesi hem de olası bir rejim saldırısında yerel güçlerin etkin kalabilmesi için şartlar HTŞ’nin varlığını gerekli kılmıştır. İdlib’deki en güçlü askerî yapı olan ve süreç içerisinde muhaliflerini de ciddi şekilde zayıflatan HTŞ, İdlib’in kaderiyle kendi kaderini yan yana getirmiş ve hayatta kalabilmesini bölgesel aktörler için de elzem kılmıştır.
Devlet merkezli sisteme olan mesafeye bakıldığında ise Nusra Cephesi’nden HTŞ’ye gelen süreçte örgütün bir değişim yaşadığı aşikardır. Nusra Cephesi uluslararası sistem ve kurumlarının Suriye politikalarını hedef alan bir dili söyleminin merkezine almış bir örgüttü. HTŞ’nin lideri Cevlani, Nusra Cephesi’nin lideri olduğu yıllarda Birleşmiş Milletleri “Şam Müslümanlarına karşı Haçlıların tarafında” bir aktör olarak tanımlamıştır(11). Bugün ise bilhassa Şubat depremi sonrasındaki süreçte Birleşmiş Milletlerin çeşitli uzantılarına bağlı heyetlerin HTŞ kontrolündeki İdlib’e ziyaretler gerçekleştirdikleri görülmüştür(12)-(13)-(14). El-Kaide’den bağını kopararak Nusra Cephesi’nin “yerel” ve “legal” bir yapılanmaya dönüşerek “muhataplar” bulmasını amaçlayan Cevlani’nin stratejisi başta BM olmak üzere devlet merkezli sisteme mesafe hususundaki değişimin asli sebebidir. İdlib ve çevresindeki hâkimiyetini devam ettirmek isteyen HTŞ’nin, hayatta kalma ve gücünü muhafaza etme stratejisinde devlet merkezli sisteme karşı Nusra Cephesi devrindeki söylemlerini terk ettiği görülmektedir. Lakin uluslararası aktörlerle ilişkilerini güçlendirdiği bir senaryoda dahi devlet merkezli sisteme kendi özerkliğine ket vuracak kadar yakınlaşmayacakları düşünülmektedir. HTŞ bu süreçte ayrıca söylem harici eylemleriyle de bir değişim süreci yaşadığını göstermek istemiştir. Suriye merkezli uyuşturucu ağının Kuzey Suriye’deki yapılanmalarına yönelik dönem dönem güvenlik operasyonları düzenleyen HTŞ’ye bağlı birimler(15), ayrıca uluslararası suçlular ve DAEŞ’e karşı mücadeleyi de kendilerine vitrin olarak kullanmaktadır. Uluslararası düzeyde aranan uyuşturucu kaçakçılarının HTŞ tarafından yakalanması(16) ve bölgedeki DAEŞ hücrelerine yönelik HTŞ operasyonları sadece İdlib’in güvenliği için değil, HTŞ’nin devlet merkezli sisteme yönelik imajı için de önem arz etmektedir. Zelin’in verilerine göre 2017-2023 arası dönemde HTŞ, İdlib vilayetinde 36 farklı yerleşim yerinde DAEŞ hedeflerine yönelik 59 güvenlik operasyonu gerçekleştirmiş ve aralarında üst düzey örgüt idarecilerinin de olduğu 279 DAEŞ mensubunu tutuklamıştır(17).
DDSA’lar ortak kimlik, ülkü ve değerler üzerinden belirli bir kitlenin temsilciliği iddiasında olmaktadır. Rical el-Kerame’nin Süveyde’deki Dürzi kitleyle, Maharda ve Sukaylebiye’deki USG(18). gruplarının Hama’daki rejim yanlısı Hıristiyan kitleyle, Türkistan İslam Partisi’nin Türkî kökenli yabancı savaşçılarla olan temsiliyet ilişkileri Suriye sahasında akla gelebilecek ilk örneklerdir. Temsiliyetin DDSA’nın kapasitesi üzerindeki etkisini tahlil ederken ise örgütün insan kaynağına ulaşabilmesi ve muhafaza edebilmesi belirleyici etmenlerdir. Rejenerasyon kavramsallaştırması altında DDSA’nın “yeni üyeleri etkileme” ve “mevcut üyeleri muhafaza etme” kapasiteleri “meşruiyet inşası” ve “üyelerle örgüt arasında sadakat bağı kurulması” üzerinden tahlil edilmektedir. Nusra Cephesi ve HTŞ tecrübelerine bakıldığında örgütün temsiliyet kapasitesinin süreç içerisindeki dönüşümü ve yerelleşme ivmesi göze çarpmaktadır. Nusra Cephesi milislerinin ekseriyeti yerli unsurlardan oluşmakla birlikte ciddi sayıda yabancı savaşçıyı da bünyesinde bulundurmaktaydı. Örgüt DAEŞ ile yaşanan çatışma ve çok sayıda yabancı savaşçının bu süreçte Nusra Cephesi’nden ayrılıp DAEŞ saflarına geçmesinin ardından dahi Cevlani’nin ifadelerine göre %30’ları bulan bir yabancı savaşçı varlığına sahipti(19) Yabancı savaşçı akımını kendisine yönlendirirken el-Kaide ağlarından faydalanan Nusra Cephesi, savaş sahasında Esed rejimine karşı gösterdiği etkili performans ile de yerel sempati kazanmıştır(20).
Sivil tabanda yayılan bu sempati örgütün savaş sahasında gösterdiği “disiplinli ve organize” örgüt imajıyla birleşince ana akım Suriye muhalefeti grupları arasında da yankı bulmuştur. Ana akım muhalif yapılara bağlı binlerce Suriyeli savaşçının örgüte katılması(21) Nusra Cephesi’nin yerelleşme amacı doğrultusunda izlediği politikaların çıktılarından biri olmuştur. Nusra Cephesi’nin feshi ve akabinde kısa bir geçiş döneminin ardından(22) HTŞ’nin kurulması, Cevlani’nin yerelleşme ve ana akımlaşma hedefinin önündeki “el-Kaide etiketi” engelinden kurtulması anlamına gelmiştir. El-Kaide ile bağlarını kamuoyu nezdinde yumuşak bir geçişle sonlandıran örgüt, sahada ise el-Kaide çizgisine yakın yabancı savaşçıları orta vadede tasfiye yolunu tercih etmiştir. Örgütün yerelleşmesi ve küresel cihat hareketinden ayrılmasına itirazı bulunan “şahin çizgideki” yabancı unsurlar başta Hurras ed-Din olmak üzere İdlib’deki muhtelif örgütlerin bünyesine katılırken HTŞ süreç içerisinde hem bu örgütlere hem de örgütün çizdiği politik sınırlara uymama ihtimali olan yabancı savaşçılara yönelik baskı ve tasfiye politikalarını yoğunlaştırmıştır(23).HTŞ bu hamlesiyle uluslararası bir güvenlik meselesi haline gelen “yabancı savaşçılar” olgusundan kendisini sıyırırken örgütün yerelleşmesi ve tek merkezden yönetilebilmesi hususunda da aşama kaydetmiştir. İdlib’de kurulan HTŞ himayesindeki hükümet, sivil kurumlar ve örgütün vilayet sathındaki işleyişinin dış müdahale ve tartışmalar(24) olmaksızın gerçekleşmesi, Cevlani’nin örgütü üzerindeki hâkimiyetini de tahkim etmiştir. Küresel cihat geleneğine bağlı ve vitrininde yabancıların da olduğu bir örgütten Suriye muhalefetini temsil hususunda iddialı yerli bir örgüte dönüşüm süreci, HTŞ’nin İdlib’de hayatta kalabilmesinin ve muktedirliği serüveninin bir nevi özetidir.
Aşırı genişleme yönetimi hususunda ise Nusra Cephesi’nin, DAEŞ ile yaşanan ayrışmada DAEŞ saflarına çok sayıda yabancı unsurun geçmesi örgüt açısından yetersizlik olarak okunmalıdır. Nusra Cephesi’nin en gösterişli günlerinde DAEŞ ile karşı karşıya gelindiği anda milis havuzunun önemli bir kısmını kısa bir süre içerisinde kaybetmek, Cevlani açısından da dönüştürücü rol oynamış bir tecrübe olmuştur. Bu kez alan hâkimiyeti olarak daralan lakin hâkim olduğu bölgelerde tek başına iktidar olmayı tercih eden ve otorite olarak genişleyen örgüt, yerelleşme stratejisiyle nispeten “başarılı” bir aşırı genişleme yönetimi göstermiştir. Henüz kuruluş aşamasında bünyesine küçük çaplı yerel grupları katan HTŞ, rejime karşı savaşta diğer muhalif unsurlarla ortak operasyon odası altında hareket etmeyi tercih etmiştir. İdlib’in rejim güçlerinden alındığı süreçte yaşanan Fetih Ordusu tecrübesinin Nusra Cephesi’nin yerel kitledeki popülaritesi üzerindeki olumlu etkisi doğru tahlil edilmiş olacak ki günümüzde de Feth’ül Mübin Operasyon Odası adı altında “rejime karşı” mücadelede muhalif unsurların paydaşı olan bir HTŞ görülmektedir. Bahar Kalkanı Harekatı ile birlikte TSK’nın rejim ve Rusya’nın sahadaki kara saldırı sürekliliğine engel olması muhalif unsurların toprak kaybetme trendini durdurmuştur. Bu sürecin devamında da Feth el Mübin Operasyon Odası unsurlarının 2020-2022 arasında her yıl artan oranlarda rejim ile doğrudan çatışmalara girdikleri görülmüştür(25). Rejime karşı kurulan ortak operasyon odasının günden güne rejime karşı saldırılarını arttırması ve bölgedeki Türk askerî noktaları, bölgede rejim lehine yeni bir harita değişimini net bir şekilde önlemiştir. Bu hattaki en güçlü muhalif grup olan HTŞ de bu yeni realiteyi İdlib’deki otoritesini tahkim etmek amacıyla kullanmıştır.
Bunların ötesinde ise rakip gördüğü orta ve büyük ölçekli grupları tasfiye politikası güden HTŞ, bu politikada başarılı oldukça İdlib’de başat aktör haline gelmiştir. Suriye’nin en büyük muhalif güçlerinden Ahrar’uş Şam’ın idaresine müdahil olarak adeta örgüt içi bir darbeye ön ayak olan(26) HTŞ, sürecin sonunda Ahrar’uş Şam’ın önemli bir parçasını kendi nüfuz alanına alırken İdlib’deki bir numaralı rakibini de vilayet özelinde geri plana atmıştır. Bir kısım militanı HTŞ’nin kendi içerisindeki fikir ayrılıkları sonunda örgütten kopan “şahin” figürler olan Hurras ed-Din ve Ensar ed-Din gibi yapılar da HTŞ’nin tasfiye politikasına hedef olmuş ve ciddi şekilde törpülenmişlerdir(27). İdlib’deki hakimiyetini güçlendiren HTŞ bununla da yetinmemiş ve SMO kontrolündeki Afrin ve Azez’e doğru hamle yaparak hem SMO’nun kapasitesini hem de Ankara’nın olası tepkisini test etmiştir(28). Türkiye’nin ultimatomu sonucu bölgeden çekilen HTŞ, bu süreçte “Suriye muhalefetinin yegane temsilcisi” olma arzusunun önünde SMO ve Türkiye’nin olduğunu görmüştür. Öte yandan İdlib’de uyguladığı tasfiye politikalarıyla da kendisini İdlib’in muhafazası için yegane muhatap -bir nevi İdlib’in muhafızı- olarak konumlandırmıştır.
DDSA’ların etki kapasiteleri devletin ana aktör olduğu düzeni “dönüştürme” ve devleti aksiyona zorlayabilmek üzerinden ele alınmaktadır. Küresel çapta gerçekleşen terör eylemleri ve bu eylemlerin faillerinin ekseriyetle Suriye, Irak ve Yemen’de savaş tecrübesi olan el-Kaide ve DAEŞ militanları olması uluslararası kamuoyunun “yabancı savaşçılar” mevzusunu ana gündem haline getirmesine zemin hazırlamıştır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin “yabancı savaşçılar” meselesi ile alakalı aldığı 2178 sayılı karar metninde Nusra Cephesi “yabancı terörist savaşçıların katıldığı gruplar” arasında sayılmıştır(29). Daha sonra HTŞ de bu listeye eklenmiştir(30).
Nusra Cephesi uluslararası hukuk bağlamında cüzi de olsa böyle bir dönüştürücü role sahipken İran ve Rusya’nın Suriye’de savaş süreci içerisinde artan görünürlüklerinin de bir nevi müsebbibi olmuştur. Şam ve Deyrezzor’da hem alan hâkimiyeti hem de rejimin önemli figürlerinin hedef alınmasında ön planda yer alan Nusra Cephesi, İran’ın rejimi “ayakta tutmak adına” Suriye’ye müdahalesinin diğer büyük muhalif güçlerle birlikte başlıca etkeni olmuştur. 2015’te de içerisinde Nusra Cephesi’nin de yer aldığı Fetih Ordusu koalisyonunun İdlib vilayetini rejimin tüm direnişine rağmen ele geçirmesi, Rusya’yı “doğrudan müdahaleye” zorlayan bir gelişme olarak kayıtlara geçmiştir. Desteklediği Şam yönetiminin askerî olarak içine düştüğü aciz durumun İdlib’in düşüşüyle sınırlı kalmamasından çekinen Moskova, dolaylı olarak destek verdiği rejime doğrudan askerî destek vermek zorunda kalmıştır. Moskova’nın Halep ve İdlib odaklı güvenlik politikasını uluslararası kamuoyuna “radikallerle savaş” olarak satarken vitrine “Nusra Cephesi”ni koyması ve HTŞ’nin kurulmuş olmasına rağmen çoğu zaman HTŞ’yi Nusra Cephesi olarak adlandırması da Nusra Cephesi ve müttefikleri tarafından aksiyona zorlanan Moskova’nın aynı zamanda “söyleminde” de dönüşüm yaşadığı şeklinde okunabilir.
Nusra Cephesi her ne kadar bir el-Kaide uzantısı olsa da Hizbullah’a karşı gerçekleştirdiği birkaç misilleme saldırısı haricinde(31) sınır ötesi eylemlere girişmeyen, hedefini Suriye rejimini alaşağı etmek ile sınırlı tutan ve bölgesel aktörleri kendi topraklarına saldırmakla tehdit etmeyen bir örgüttü. Bu sebeple rejimin müttefikleri İran ve Rusya’ya ek olarak ABD’nin dönem dönem gerçekleştirdiği nokta operasyonlarını(32) bir kenara bıraktığımızda, örgüte karşı küresel veyahut bölgesel ittifaklar tarafından temelli bir askerî müdahale gerçekleştirilmemiştir.
Cevlani’nin özellikle üzerinde durduğu “yeni düşmanlar yaratmama” stratejisine uygun hareket eden örgüt, HTŞ serüveninde de İran ve Rusya haricinde herhangi bir ülkeye ait askerî unsurları ne söylem ne de eylem bazında hedef almıştır. İdlib’de rejim ve müttefiklerinin olası kara harekâtına karşın kendisini de bir numaralı muhalif askerî güç olarak konumlandıran örgüt, böylece kendisine yönelik uluslararası siyasî ve askerî baskıları azaltmıştır. Bu durumda elbette İdlib’in rejim eline düşmesi halinde ortaya çıkacak ve tüm bölgeyi etkileyecek yeni ve devasa bir mülteci dalgası ihtimalinin etkisi büyüktür. HTŞ henüz arzu ettiği şerhsiz meşruiyeti uluslararası muhatapları nezdinde kazanamasa da kendisini “düşman” sınıfının dışına taşıyabilmiş ve mülteci dalgası tehlikesini de bir diplomatik avantaja çevirmiştir. Türkiye’nin gözlem noktalarıyla çevrelediği ve güvenliğini – en azından bir kara harekâtına karşı- sağlama iddiasında olduğu İdlib’in “yegâne başat gücü” haline gelen HTŞ, böylece Ankara’nın dolaylı olarak kalkanı altına girmiştir. HTŞ’ye dair Nusra Cephesi tecrübesi ve HTŞ’nin Afrin’in doğusuna yönelik girişimleri hasebiyle şerhleri olan Ankara, İdlib’in güvenliği ve mülteci dalgasını engellemek amacına ulaşmak için bölgede HTŞ ile karşı karşıya gelmeyi tercih etmemektedir. Öte yandan BM’nin İdlib’e yönelik son dönemde artan ziyaretleri(33) de dönüştürücü etki kapasitesinin bir çıktısı olarak yorumlanabilir. Kendi varlığını İdlib’in ve dolayısıyla milyonlarca potansiyel mültecinin güvenliğine bağlı hale getiren HTŞ, böylece kendisine yönelik radikalizm şerhlerine rağmen BM ile sivil hükümet vasıtasıyla temas edebilmeye başlamıştır. Örgüt, İdlib’in Suriye ve bölge için önemini kendi dönüşüm sürecine zemin haline getirmiş ve “muhatap alınma” hususunda bölgesel aktörler ve uluslararası kurumlar nezdinde dönüştürücü bir etki yaratmıştır.
Son tahlilde HTŞ’nin Cevlani’nin “yerelleşme” siyasetine büyük oranda uyum sağlayarak süreç sonunda yerel ve İdlib özelinde tekel haline gelmiş güçlü bir yapıya dönüştüğü görülmektedir. Askerî olarak caydırıcı olsa da alan hâkimiyeti hususunda farklı bir geçmişi olan Nusra Cephesi’nin aksine HTŞ, sınırları fazla değişmeyen bir alanda önce kendi içerisinde fikrî olarak yerelleşmeye karşı figürleri tasfiye etmiş ardından ise başta Ahrar el Şam olmak üzere kendisine İdlib ve çevresinde rakip ya da en azından denge unsuru olabilecek diğer muhalif güçleri törpülemiştir. Bu gelişmeler esnasında İdlib’de kendisine bağlı olarak kurduğu sivil idare ve ona bağlı kurumlarla sürekliliğe sahip yerel bir idare ve ekonomi inşa etmeye çalışmıştır. HTŞ’nin küçülen saha hâkimiyetine karşın ekonomik olarak yeni kaynaklar üretebilmesi örgüte siyasî ve askerî olarak bir özerklik kazandırmıştır. Bu özerklik aynı zamanda etki kapasitesini de etkilemiştir. HTŞ’nin İdlib’de aykırı seslere karşı taviz vermeyen baskıcı tutumuna rağmen, halen sivil kitle içerisinde teveccüh görmesi örgütün askerî ve mali disiplin açısından diğer örgütlerden farklı olarak başarılı bir noktada bulunmasıyla alakalıdır. Ayrıca örgüt, isim ve politika değişimine rağmen halen asli düşman olarak rejim ve müttefiklerini hedef almakta ve kendisini İdlib’in baş muhafızı olarak konumlandırmaya çalışmaktadır. 2023 itibariyle İdlib’de diğer muhalif unsurların yaşadığı erime, İdlib’in Afrin-Azez-Bab-Cerablus hattına kıyasla daha az idari ve emniyet sorunu yaşaması örgütün iktidar yürüyüşünün büyük oranda başarı ile sonuçlandığını göstermektedir. Öte yandan tüm yerelleşme ve “radikal” yaftasından ayrışarak muhatap bulma yönündeki gayretine rağmen HTŞ, bölgesel ve küresel aktörlerle temas ve iş birliği kurma hedefinin halen uzağında kalmıştır. Bu durumda örgütün İdlib’deki otoriter yönetiminin yanı sıra örgüt lideri Cevlani ve kurmaylarının el-Kaide mazilerinin de payı büyüktür. Örgütün İdlib’deki sivil sempatiyi Suriye Geçici Hükümeti bölgelerinde bulamıyor olması da benzer sebeplerden kaynaklıdır.
([1])Ersel Aydınlı, Violent Non-State Actors From Anarchists to Jihadists, Routledge, 2016, s.8-9.
([2]) Charles Lister, “Profiling Jabhat al-Nusra”, Brookings Institution, 2016. s.31.
([3]) Charles Lister, The Syrian Jihad: Al-Qaeda, the Islamic State and the Evolution of an Insurgency, Oxford University Press; 1st edition, 2016, s.202.
([4]) Howard J. Shatz, "ISIS and Nusra Funding and the Ending of the Syrian War", Discussion paper for the workshop on: “The emerging security dynamics and the political settlement in Syria”, Syracuse, Italy, 18-19 October 2018, s.6.
([5]) Sultan Barakat, Qatari Mediation:Between Ambition and Achievement, Brookings Institution, 2014, s.35. https://bit.ly/3RbeIVL.
([6]) Daraj, 2018 أمر إخلاء’... النصرة تصادر منازل ‘الكفار’ في إدلب https://daraj.media/4379/
([7]) Nisreen Al-Zaraee, Karam Shaar, The Economics of Hayat Tahrir al-Sham, Middle East Institute, 2021 https://bit.ly/3uvFVtu.
([8]) SDF Sells Syrian Oil to HTS Company in Idleb, The Syrian Observer, 2022https://bit.ly/3RdwG9W
([9]) HTS Raises Electricity Fees in Syria Idleb, The Syrian Observer, 2021 https://bit.ly/3SVZWne
([10]) Hussam al-Mahmoud, "Tahrir al-Sham’s bank in Idlib a need or luxury?", Enab Baladi https://bit.ly/40NQuEh
([11]) Jabhat an-Nusra – Abu Muhammad al-Julani ~ For the People of Integrity, Sacrifice is Easy, pietervanostaeyen.com, 2014 https://bit.ly/47M18xC .
([12]) “UN Delegation Visits Quake-Hit Idlib in Syria.” Anadolu Ajansı, 2023 https://bit.ly/3uqPz0m .
([13]) Charles Lister, “Earlier today,@WHOchief@DrTedrosvisited #Idlib -- specifically Bab al-Hawa hospital & medical facilities in Sarmada, associated with@sams_usa&;@ahfrelief.Yes, it's 3 weeks late, but this is a positive step -- the most senior@UNofficial to visit #Idlib, I believe” Twitter, 1 Mart 2023, Erişim Tarihi: 1 Kasım 2023.
([14]) Charles Lister, “ Interesting — another@UNvisit to the #HTS-linked Salvation Government Ministry of Development & Humanitarian Affairs in #Idlib.This comes amid continued speculation about possible@UNplans to establish a permanent office in NW #Syria.”, Twitter, 24 Mayıs 2023, Erişim Tarihi: 1 Kasım 2023.
([15]) Daniele Garofalo, “The General Security Service of the Syrian Salvation Government under the Hay'at Tahrir al-Sham (#HTS) controlled areas, released photos of an operation to arrest drug dealers in areas of #Idlib. Arrested the traffickers and seized large quantities of captgon and hashish. #Syria”, Twitter, 10 Aralık 2022, Erişim Tarihi: 1 Kasım 2023.
([16]) Did syrian jihadists nab a notorious Italian mobster for Italy?. L’Orient Today. (2022) https://bit.ly/47Pi3zn .
([17]) Zelin, Aaron. “Jihadi ‘counterterrorism:’ Hayat Tahrir al-Sham versus the Islamic State.” Combating Terrorism Center at West Point, 2023 https://bit.ly/49RHbqM .
([18]) Ulusal Savunma Güçleri.
([19]) Greenwood, Maja Touzari. “Islamic State and Al-Qaeda’s Foreign Fighters.” Connections 16, no. 1 (2017), s.92.
([20]) Jabhat al-Nusra’s rising stock in Syria, al Jazeera, 2013, Erişim Tarihi: Kasım 2022 https://bit.ly/49GYcE6 .
([21]) Lister, “Profiling Jabhat al-Nusra”, s.7.
([22]) Şam Fetih Cephesi tecrübesi.
([23]) Syrian jihadi group escalates campaign against foreign fighters in Idlib, al-Monitor,2022 https://bit.ly/3QOuJ2x .
([24]) Yabancı unsurların usul ve işleyişe yönelik direnç ve itirazları.
([25]) “Actor Profile: Hayat Tahrir al-Sham (HTS).” ACLED, 2023 https://bit.ly/46phXgB .
([26]) Özkizilcik, Ömer, and Ömer Behram Özdemir. “Ahrar El Şam’da ‘Darbe Girişimi’ ve Olası Senaryolar.” Suriye Gündemi, 2020 https://bit.ly/3N0Tqrl .
([27]) Hamevi, Salih el-. "İdlib’de HTŞ - Hurrasü’d-Din Rekabeti: İdeolojik Ortaklıktan Düşmanlığa". ORSAM, 2020 https://bit.ly/47NxoAg .
([28]) Özkizilcik, Ömer. “How a Former Al-Qaeda Affiliate Became an Existential Threat and a Wake-up Call for the Syrian Opposition.” Atlantic Council, 2022 https://bit.ly/3MYmNul .
([29]) Fact Sheet: UN Security Council Resolution 2178 on Foreign Terrorist Fighters, https://bit.ly/46naGOs .
([30]) Aaron Y. Zelin, “Why Is It So Difficult to Get Off a Terrorist List?”, 3 Haziran 2022, Washington Institute, https://bit.ly/40U99yo .
([31]) “Al-Nusra Says Carried out Northern Lebanon Attacks.” Anadolu Ajansı, 2015https://bit.ly/3STvSs4 .
([32]) “US Strikes Khorasan Group Targets in Syria.” Anadolu Ajansı, 2014 https://bit.ly/3RcYtYn .
([33])[1] “After the Recent Escalation, a UN Delegation Visits Idlib to Assess the Conditions of the Displaced-Ark News.” ARK News, 2023 https://bit.ly/3uw4fLJ .
Bu rapor, 2023 yılı Ekim ayında Suriye'de gerçekleşen önemli siyasî ve ekonomik olaylar ile güvenlik olaylarını özetlemektedir. Humus ilindeki askerî akademiye yönelik gerçekleşen saldırı 123 kişinin ölümüne neden olmuştur. Esed rejimi ve Rusya, buna karşılık olarak İdlib ve Halep kırsalını hava saldırıları ve topçu bombardımanlarıyla hedef almıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri, YPG’nin sözde liderlerini ve Suriye’nin kuzeydoğusundaki altyapıyı hedefleyen bir dizi hava saldırısı gerçekleştirmiştir. Türkiye’nin operasyonu Eylül ayındaki Ankara saldırısının PKK tarafından üstlenilmesi üzerine başlamıştır.
İsrail'in Gazze'ye saldırısı ve bu saldırının Suriye üzerindeki etkileri bağlamında, Suriye'deki Uluslararası Koalisyon/Amerikan üslerine, İran destekli Şii milisler tarafından 15'ten fazla saldırı düzenlenmiştir. Diğer yandan İsrail; Halep ve Şam Uluslararası Havalimanları dâhil belirli yerlere yönelik hava ve topçu saldırılarını arttırmıştır. Süveyda vilayetinde ise halkın her cuma düzenlediği protestolar ve siyasî çözüm talepleri devam etmiştir.
Ekonomik olarak Esed rejimi, 2024 genel bütçe projeksiyonunu önceki yıla göre Suriye lirası olarak %114 arttırmıştır. Ancak dolar cinsinden değerlendirildiğinde bu bütçe, 2022 yılı bütçesine göre %27 daha düşük olup mevcut bütçe yaklaşık 2.5 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. Bu durum, Esed rejiminin gerekli finansmanı sağlayamadığını ve halkın yoksullaşmasının devam ettiğini göstermektedir. Eskiden özel sektöre verilen destek politikası, Esed rejiminin finansman sorunları sebebiyle sekteye uğramaya başlamıştır.
Gazze'deki olaylar bölgesel ve uluslararası sahneyi domine etmiş ve bunun bir yansıması olarak da İran destekli Şii milisler Amerikan üslerini hedef almıştır. El Ömer Petrol Sahası’ndaki Amerikan üssü, Koniko gaz sahasındaki Amerikan üssü, Malikiye şehri kırsalındaki Amerikan üssü, Rumeylan’daki Harab el Cubur Amerikan üssü ve Şeddadi’deki Amerikan üsleri saldırıya uğrayan bazı hedeflerdendir. Bu saldırılar, İran'ın İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları karşısında bölgedeki Amerikan ve İsrail hedeflerine karşı vekil unsurları üzerinden verdiği bir tepkidir. Ayrıca Dera ve Kuneytra'dan atılan birkaç füze, işgal altındaki Golan Tepeleri’ni hedef almıştır. İran destekli Şii milisler, gelecekteki olası senaryolara karşı hazırlık yapmak amacıyla Lübnan ve Irak'tan milis grupları sevk ederek Suriye’nin güneyindeki mevzilerini güçlendirmiştir.
İsrail, Esed rejimine ve İran destekli Şii milislere yönelik 14 saldırı gerçekleştirmiştir. Bunların 9'u hava saldırısıdır. Bu saldırılar arasında Halep Uluslararası Havalimanı 4 kez, Şam Uluslararası Havalimanı 2 kez, Dera'da bulunan Abidin askerî üssü, 12. Tugay, radar taburu ve topçu birliği de en az 1 kez hedef alınmıştır. Bunun yanı sıra Suriye-Irak sınırında Elbu Kemal kırsalındaki bazı yerler ve Kuneytra ilindeki bazı noktalar da saldırılara maruz kalmıştır. İsrail’in saldırıları, İran destekli Şii milislerin pozisyonlarını güçlendirmeye yönelik çabalarını zayıflatma amacını taşımaktadır.
Ürdün hükümeti ise İran'ın insansız hava araçlarının ve desteklediği Şii milislerin, Ürdün'ün kuzey sınırlarındaki varlıklarını arttırması ve oluşturdukları tehdit neticesinde ABD’den ülkesine Patriot hava savunma sistemi konuşlandırması talebinde bulunmuştur. Tüm bu gelişmeler, Gazze’deki savaşın Suriye’nin güneyine doğru yayılıp bölgesel bir savaş senaryosuna evrilebileceğini göstermektedir.
Bir diğer gelişme ise PKK’nın 1 Ekim'de Ankara'daki İçişleri Bakanlığına yönelik gerçekleşen terör eylemini üstlenmesinin ardından, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Suriye'nin kuzeydoğusundaki YPG’ye ait askerî tesislere yönelik hava operasyonlarını yoğunlaştırması olmuştur. Bu operasyonlarda, çoğunluğu "Asayish" iç güvenlik güçlerinden olan 44 kişi etkisiz hale getirilmiş, bunun yanında 104 petrol, elektrik ve hizmet tesisi tamamen veya kısmen tahrip edilmiştir. Operasyonlarda hedeflenen yerlerin sınıra 70 km derinlikte geniş bir coğrafi alanı kapsayacak şekilde yayılması ve petrol tesisleri, elektrik üretim ve dağıtım istasyonları gibi altyapı noktalarını hedef alması, TSK’nın askerî stratejisinde bir değişiklik olduğunu göstermektedir. Altyapı hedeflerine ilaveten mühimmat depoları, askerî tesisler ve sözde Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimine ait ‘kamu binaları’ hedef alınmıştır. Söz konusu saldırıların Türkiye'nin YPG’ye karşı yeni bir askerî strateji benimsediği ve ABD’yi, YPG ile olan işbirliğini yeniden gözden geçirmeye zorlamak amaçlı yapıldığı değerlendirmesine yol açmıştır.
Diğer bir gelişme ise Humus Askerî Akademisindeki mezuniyet töreninin insansız hava araçlarıyla saldırıya uğramasıdır. Bu saldırı, 10'u albay rütbesinde olmak üzere onlarca kişinin ölümüne neden olan istisnai bir saldırıdır. Saldırının yapıldığı yerin askerî gücü ve stratejik önemi olan bir bölge olması nedeniyle hususi bir önemi vardır. Bu olay, rejimin üç gün yas ilan etmesine yol açmıştır. Buna karşılık olarak rejim ve Rusya, İdlib ve Halep kırsalındaki 30'dan fazla noktayı yoğun hava saldırıları ve topçu bombardımanlarıyla hedef almış ve saldırının "terör örgütleri" tarafından gerçekleştirildiğini iddia etmiştir. Saldırı, Esed rejiminin güvenliği sağlamak için büyük çaba sarf ettiği bir bölgede meydana gelmesinden dolayı rejim tarafından büyük bir saldırı ve şiddetli bir misilleme dönemini başlatmıştır.
Dünya, İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırısıyla Suriye meselesinden uzaklaşırken Amerikan Büyükelçisi Linda Thomas-Greenfield, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde yaptığı bir oturumda Gazze'de yaşananların İran'ın ve Hizbullah milislerinin Suriye'deki rolünün bir uzantısı olduğuna işaret etmiş ve çözümün Gazze ve Suriye'deki bu milislerin genişlemesini durdurmakla başlayacağını vurgulamıştır. Bu açıklamalar Amerikan'ın Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen'de İran ve İran destekli milislerin etkinliğini kontrol altına alarak İsrail'in güvenliğini koruma yönündeki stratejisini yansıtmaktadır. Ayrıca Gazze'deki savaşın bölge ülkelerine yayılmasını önlemek için İran'ın etkisinin azaltılması amaçlanmaktadır.
Fransız Dışişleri Bakanı Catherine Colonna, kendisi ile görüşmek üzere Paris’e gelen SMDK heyeti ile görüşemeyeceğini dile getirip özürlerini beyan etmiştir. SMDK, Fransa’dan BM Güvenlik Konseyini Esed rejiminin İdlib ve Halep kırsalındaki saldırılarını durdurmak için toplantıya çağırmasını talep edecekti. SMDK’nin diğer bir diplomatik görüşmesi ise Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile yapılan toplantı olmuştur. Toplantıda öncelikle ekonomik talepler dile getirilmiş ve Suriye Geçici Hükümetinin halka temel hizmetleri sunma ihtiyacı vurgulanmıştır. Diğer taraftan Suudi Dışişleri Bakanı, bölgedeki son gelişmeleri değerlendirmek ve ikili ilişkileri görüşmek için Esed rejiminin Dışişleri Bakanı ile görüşmüştür. Ayrıca Şam'da Esed, İran Dışişleri Bakanı'nı ağırlamış ve İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısı üzerine görüşmüştür. Son olarak Esed rejimi Tunus'a bir elçi ataması yapmıştır. Bu da rejimin bölgesel ve uluslararası sahnede etkinliğini artırmaya yönelik bir adım olmuştur.
Suveyda halkı protesto gösterilerine devam ederken Esed rejimi belirli bir tutum benimsememekle beraber bu konuda hiçbir taviz de vermemektedir. Göstericilerin talepleri karşılıksız kalmaktadır. Aynı zamanda Esed rejimi, Suveyda’da hizmet sağlama noktasında sıkıntı çekmeye devam etmektedir. Örneğin; Yerel Yönetim Bakanlığı sadece 300 milyon Suriye Lirası (24 bin dolar) gibi cüzi bir miktar yardımı ancak sağlayabilmiştir. Hem Dera vilayetinde hem de Suveyda’da farklı aşiretlerden oluşan bir meclis kurulmuştur. Kurulan bu meclisin amacının iki vilayet arasındaki dayanışmayı ve koordinasyonu sağlama olduğu belirtilmiştir.
Suriye'nin kuzeydoğusunda Deyrizor bölgesi halkının karar alma sürecine katılımını artırmak, bölgedeki halkın öfkesini dindirmek ve bölge halkının taleplerini belirlemek amacıyla “Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi” ile "Deyrizor Sivil Konseyi" birlikte bir konferans düzenlemiştir. Bu konferansa toplumun çeşitli kesimleri, yönetim çalışanları ve Deyrizor’daki kanaat önderlerinden oluşan bir grup katılmıştır. Bölge halkının gerçek katılımını etkinleştirmeyi, liyakate dayalı bir idari yapı kurmayı ve askerî yapıyı güçlendirmeyi hedefleyen birtakım önerilerle toplantı sonuçlanmıştır.
Yüksek Ekonomik ve Sosyal Planlama Konseyi, 2024 Genel Bütçe Projesinin geçen yıla göre %114 artışla 35.500 milyar Suriye lirası olduğunu duyurmuştur. Ancak dolar cinsinden değerlendirildiğinde bu bütçe, 2022 bütçesine göre %27 daha düşük olup mevcut bütçe yaklaşık 2.5 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. Bu tür bir bütçe, ekonomiyi canlandırmak veya ekonomik büyüme sağlamak için yetersiz ve gerçek dışı bütçe uygulamalarının devamı olarak nitelendirilebilir. Finansman açığı yüksek olan ve banknot basımına dayanan bu bütçe, enflasyon oranlarını artırabilir ve Suriye lirasının değerini daha da düşürebilir.
Suriye lirasının değerinin aşamalı olarak düşmesine karşılık bir hazırlık olarak merkez bankası, Suriye lirasının dolar karşısındaki döviz kurunu 12.500 lira olarak sabitlemiştir. Ancak kara borsadaki döviz kuru 13.900 lira olmuştur. Bu yılbaşından beri döviz kuru 7.900 lira artmıştır. Merkez bankası bu kararıyla resmî ve kara borsa arasındaki farkı daraltmaya ve döviz getirisi sağlamaya çalışmaktadır.
Esed rejimi ayrıca petrol türevleri (serbest mazot, serbest benzin, sıvı gaz ve benzin oktan 95) için fiyat listesi yayınlama kararı almıştır. Benzinde litre başına 95 Suriye lirasından, 14.660 Suriye lirasına çıkan bir artış yaşanmıştır.
Ayrıca Suriye'de yaşayan yerlilerin ve yabancıların 1 kilogramdan az olmayan ham altın külçesini ithal etmelerine izin veren bir karar alınmıştır. Altın külçesini ithal etmek isteyenler her bir kilogram başına 200 dolar vergi ödemeleri gerekmektedir. Bu karar, hükümetin değerli metal sektörünü özelleştirmeye yönelik bir eğilim ve ithalat işlemlerinden gelen yabancı parçalarla kamu kasasını güçlendirme amacı taşıyan bir çaba olarak değerlendirilebilir. Hükümet ayrıca ithal edilen altının belirli bir süre içinde aynı miktarda işlenmemesi durumunda ithalatçıya para cezası öngören bir yasa çıkarmıştır.
Mevcut ekonomik zorluklar ve düşük yaşam standartlarına rağmen, sebze ve meyve ihracatı devam etmektedir. Yerel pazarlardaki fiyat artışlarına rağmen % 90'ı Suudi Arabistan’a olmak üzere 500 ila 600 ton arasında sebze ve meyve ihracatı gerçekleşmiştir. Pazarlardaki günlük ürün kıtlığı, yakıt, tohum, nakliye ve hammadde gibi maliyetlerin artmasından kaynaklanan neredeyse günlük değişiklik gösteren fiyat artışlarına rağmen, Esed rejiminin işadamları ile savaş tüccarlarının gelirlerini artırmaya öncelik verme eğilimi sürmektedir. Patates fiyatlarındaki %150'lik artışın ardından Esed rejimi, patatesin kilosunun Ağustos ayında 2.000 liradan 5.000 liraya yükselmesi üzerine ihracatı durdurmuştur. Geçen yıl 40 bin ton patates ihraç edilmiştir.
YPG bölgeleriyle ilgili olarak ‘Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ kurumlarındaki yolsuzluk, bölgenin gelişimini engellemekte ve halkın geçimini zorlaştırmaktadır. YPG, TSK’nın operasyonlarına ve güvenlik durumlarına atıfta bulunarak savunma yaparken onlarca çiftçi, üç aydan fazla bir süredir tedarik edilen ürünlerin değerinin ödenmediğinden şikâyet etmektedir. Ayrıca ekonomik sıkıntılar nedeniyle bölge sakinleri genel olarak zor koşullar altında yaşamakta ve öğretmenlerin maaşlarının %30'u ancak elektrik, su ve internet giderlerine yetmektedir. Birçok öğretmen hayatlarını idame ettirmek için borç almak durumunda kalmaktadır.
Tarım ücretleri dekar başına 7.000 ila 28.000 Suriye lirasına yükselmiştir. Buna rağmen tarım faaliyeti zarar edecek bir iş koluna dönüşmektedir. Bu durum çiftçilerin tarım arazilerinden kentlere doğru göç etmelerine neden olmaktadır. Enflasyon ve hayat pahalılığı internet hizmetlerini de etkilemektedir. RCELL şirketi internet paketlerinin fiyatlarını yaklaşık %400 artırmıştır. Bu hizmeti sunan şirket, YPG bölgelerindeki bir tekeldir ve YPG tarafından desteklenmektedir. Alternatif şirkete izin verilmemesi bölge halkının YPG’ye olan öfkesini artırmaktadır.
YPG, bölge halkının taleplerine ve gösterilerde dillendirilen beklentilere karşılık vermemektedir. Yerel halkın özellikle Haseke ilinde, akaryakıt fiyatlarının arttırılması kararına karşı süren protestoları Eylül ayında başlamıştır. Kararın, bölge halkının ekonomik durumlarına ve yaşam koşullarına felaket getirdiği iddia edilerek akaryakıt fiyatlarının arttırılmasının iptal edilmesi talep edilmiştir. YPG’nin pazarları ve para akışını düzenleme amacıyla özellikle Rakka ilinde yatırımcıların, döviz değişim ve mali transfer işlerini yapmak için gerekli olan lisansları almak ve minimum sermaye şartlarını yerine getirmek zorunda olduklarını hatırlatan bir genelge yayınlanmıştır. Döviz büroları bu kararı reddetmiş ve buna uymamak için direniş göstermişlerdir.
Muhalefet bölgelerinde onlarca şirket ve mağaza, '2023 İdlib Pazarları' adını taşıyan bir fuara katılmıştır. İdlib şehir merkezinde gerçekleşen fuarda geçen yıla göre katılımcı sayısında bir artış görülmüştür. Ayrıca sergide yer alan malların ve şirketlerin çeşitliliğinde de bir artış yaşanmıştır. Bu tür fuarların düzenlenmesinin önemli bir tarafı, malın tüketiciye doğrudan satılmasıdır. Bu da vatandaşların temel ihtiyaçlarını satın almak için maliyetlerini azaltmakta ve ticari faaliyetlerde rekabeti artırmaktadır. Yapılan kampanyalar yoluyla %30 ila %40 arasında değişen indirimler olmuştur. İdlib, ayrıca bölgedeki ilk iç giyim fabrikasının açılışına da ev sahipliği yapmıştır. Bu açılışın diğer benzer fabrikaların da açılmasını teşvik edebileceği değerlendirilmektedir.
Aylardır süren sorunlar ve Halep kırsalında faaliyet gösteren elektrik şirketi üzerindeki baskıların ardından Suriye Türk Enerji Şirketi, Gaziantep kentinde bir basın toplantısı düzenlemiştir. Bu toplantıda evler için kilovat başına 2.77 lira, endüstriyel ve ticari kullanım için kilovat başına 3.17 lira olan elektrik fiyatlarını düşürme kararı alınmıştır. Ak Energy şirketi ve Tel Abyad şehir meclisi arasında imzalanan bir anlaşma ile Ali, Bacliye ve Kurmaza köylerine elektrik sağlama noktasında işbirliği yapılmasına karar verilmiştir.
‘Early recovery’ projeleri, yerel meclisler ve beldelerde faaliyet gösteren kuruluşlar arasındaki koordinasyon ve işbirliğiyle bir dizi kasaba ve şehirde yol onarımları, su ve kanalizasyon borularının döşenmesi ve elektrik hatlarının uzatılması gibi faaliyetlerle devam etmektedir. Cerablus Yerel Meclisi tarafından, resmî bir lisans olmadan iş ilanlarının sosyal medya üzerinden yayınlanmaması üzerine bir genelge çıkarılmıştır.
Suriye Geçici Hükümetinden, tarım sektörünü ve çiftçileri desteklemesi ile Rasulayn’daki tacirler tarafından yapılan yanlış ekonomik uygulamaları durdurma noktasında adım atması talep edilmektedir. Pamuk çiftçileri ürünlerini, maliyetlerini dahi karşılamayan düşük fiyatlarla tacirlere satmakta ve zara uğramaktadırlar. Ton başına fiyat, geçen yıl 750 ila 800 dolar arasında değişirken bu yıl 500 ila 550 dolar arasındadır. Rasulayn’daki tarım işçileri, ücretlerinin düşük ve yetersiz olduğunu, günlük gelirlerinin 2 doları geçmediğini, bu durumun yaşam standartlarını olumsuz etkilediğini söylemektedirler. Bu durum, birkaç temel ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli olarak komşularından ve akrabalarından borç almalarına neden olmaktadır.
Esed/Baas Rejiminin sebep olduğu 12 yıllık Suriye iç savaşında gelinen noktada geriye parçalanmış bir ülke, yarım milyondan fazla ölüm, milyonlarca yerinden edilmiş insan ve sığınmacı kaldı. Bunun yanında bu savaşın rejim açısından da birtakım kazanımları bulunmaktadır. Rejimin hayatta kalma meselesinin Esed açısından her şeyden önemli olduğu göz önüne alındığında ağır bedeller karşılığında da olsa rejimin bugün itibariyle bunu başardığı görülmektedir. Elbette Suriye savaşının başlangıcından bu yana pek çok faktör – ki tamamına yakını dış faktörlerdir- rejimin hayatta kalma başarısına katkıda bulunmuştur.
Bu yazıda hem rejimin en temel başarısı olan hayatta kalmaya katkıda bulunan faktörler ele alınacak hem de buna ek olarak bugüne kadar ne tür kazanımlar elde ettiği irdelenecektir. Suriye savaşının en fazla sivilleri mağdur etmesine karşılık, rejimin de bu savaşta pek çok şey kaybettiği aşikârdır. Ancak uzun yıllardır kayıplarıyla görmeye veya tartışmaya alışık olduğumuz rejimin pek fazla görmeye ya da tartışmaya alışık olmadığımız birtakım kazanımlarını da fark etmek rejime dair algımızı daha gerçekçi bir zemine oturtacaktır. Böylelikle rejimin geleceği ile bu durumun bölgesel ve uluslararası etkilerine dair daha isabetli öngörülerin oluşturulmasına da yardımcı olacaktır.
Rejimin hayatta kalmasında önemli bir rol oynayan etkilerden ve rejimin elde ettiği en dikkate değer kazanımlardan birisi de hiç şüphesiz ABD’nin Suriye iç savaşındaki tutum değişikliğidir. ABD kabaca DEAŞ’ın Irak’tan sonra Suriye’de de ortaya çıkıp toprak kontrol eder hale geldiği 2013 yılının ortasına kadar CIA aracılığıyla Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) bileşenlerine istihbarat ve kısmi askerî destek aktarılmasında öncü bir rol oynamıştır(1) . ÖSO’ya aktarılan destek, ABD’nin yanı sıra bazı Avrupa ülkeleri ile Türkiye ve Ürdün’ün içinde olduğu bölge ülkelerinin de katkı sunduğu “Ortak Operasyon Odaları” aracılığıyla koordine ve icra edilmiştir(2) . ABD’nin en başından beri Suriye’de rejim değişikliği gibi bir önceliği ve hedefi bulunmamasına rağmen, bir noktaya kadar sağladığı kısmi destek rejimin mevzi kaybetmesinde ve zayıflamasında etkili olmuştur. Bunun sonucunda 2013’ün büyük bir kısmında moral üstünlüğün ÖSO ya da muhalifler tarafında olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Henüz DEAŞ’ın Suriye’de faaliyet göstermediği 2013 tarihli toprak kontrolü haritalarına bakıldığında ÖSO’nun toprak hâkimiyetinin farklı yorumlara açık olmasıyla birlikte ya rejime denk olduğu ya da rejimin kontrolündeki topraklardan fazla hâkimiyet alanının olması bunun başka bir göstergesidir. Ancak DEAŞ’ın Suriye’de faaliyet göstermesi ve gücünün artmasının ardından ABD için zaten bir öncelik olmayan ‘rejimi devirme’ veya ‘muhalefeti destekleme’ ajandası, kademeli bir şekilde sona ermiş ve ABD için Suriye meselesi bütünüyle “DEAŞ’la mücadele”ye indirgenmiştir. Bu noktadan sonra rejim açısından biri askerî diğeri de siyasî olmak üzere iki önemli meydan okuma ortadan kalkmıştır. Bunlar: Askerî olarak Suriye muhalefeti rejime eskisi kadar tehdit oluşturamamış, siyasî olarak da ABD fiilen rejimi ‘zayıflatma’ faaliyetlerini sonlandırmıştır.
ABD’nin tutum değiştirmesini ise yalnızca ABD ile sınırlı kalan bir olgu olarak değerlendirmek mümkün değildir. Zira ABD’nin tutum değiştirmesini müteakiben Suriye muhalefetine destek veren Avrupa ülkeleri ve bölge ülkeleri de peyderpey ortak operasyon odalarındaki katkılarını durdurmuş ve nihayet vekâlet ilişkisi içerisinde oldukları askerî grupları tasfiye etmeye başlamışlardır. Sonuç olarak Suriye muhalefetini askerî ve siyasî olarak zayıflatan bu unsurlar, aynı zamanda rejim için askerî ve siyasî kazanımlara dönüşmüştür.
Suriye iç savaşında rejimin en büyük kazanımlarından biri şüphesiz Rusya ile geliştirmiş olduğu güçlü ittifak ve bunun sayesinde Rusya’nın kendisine verdiği sarsılmaz destek olmuştur. Elbette rejim ile Rusya’nın öncülü olan Sovyetler Birliği’nin ittifakı, Suriye iç savaşından ve hatta Beşşar Esed’in iktidarından çok daha eskiye dayanmaktadır. Ancak bu ittifakın rejim ile Rusya arasında bir ‘kader birliği’ seviyesine taşınması ancak Suriye savaşı şartlarında mümkün olmuştur. Şüphesiz Rusya iç savaş şartlarını Suriye’de daha yüksek seviyede bir nüfuz elde etmek ve uzun vadeli jeopolitik hedeflerini gerçekleştirmek için bir fırsat olarak görmüştür. Dolayısıyla Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi rejimin talebi olduğu kadar Rusya’nın da arzu ettiği ve stratejik çıkarlarına uygun bulduğu bir adım olmuştur.
Öte yandan, Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi ile pekişen Rusya-rejim ittifakının, rejim açısından olumlu katkılarının yanında birtakım maliyetleri de olmuştur. Suriye topraklarının zaten bir bölümü Türkiye destekli Suriye muhalefeti, diğer bir bölümü ABD destekli YPG tarafından kontrol edilirken rejimin kontrol ettiği topraklarda dahi tam teşekküllü bir rejim egemenliğinden söz etmek imkânsız hale gelmiştir. Zira İran ile birlikte Rusya, Suriye devletinden geriye kalan sınırlı egemenliği bile seyreltmiş, rejimin kontrol ettiği bölgelerde dahi rejimin ‘yegâne’ otorite olmasına müsaade etmemiştir. Tartus ve Humeymim üslerindeki Rus hükümranlığı (3), Rus hava gücünün Suriye hava sahasını ABD ile birlikte domine etmesi, 5. Tümen ve Kaplan Güçleri gibi Rus nüfuzuna doğrudan açık askerî birlikler ve devlet kurumlarının varlığı rejim aleyhine genişlemiş olan Rus nüfuz ve hükümranlığının somut örneklerini teşkil etmektedir.
Buna rağmen, Rusya ile pekişen ittifakın rejim açısından daha ziyade bir kazanım olduğu açıktır. Rusya’nın rejime katkısı, yalnızca Suriye’ye taşımış olduğu askerî unsurlar ile kahredici bir ateş gücünü rejimin hizmetine sunmasıyla sınırlı değildir. Rusya, devasa ateş gücüyle silahlı Suriye muhalefetini adım adım tasfiye ederken Suriye muhalefetine destek veren bölgesel aktörlerin de ‘Suriye Devrimi’ne destek verme azmini kırmıştır. Muhalefete bir şekilde destek veren bölgesel aktörlerin her biri için nükleer silahlara sahip bir büyük/süper gücün krize rejimin safında müdahil olması güçlü bir caydırıcı unsur olmuştur. Daha önemlisi ise Rusya, BM Güvenlik Konseyi (BMGK) daimî üyesi sıfatı ve kapasitesiyle uluslararası arenada rejimi tam bir koruma altına almıştır. O kadar ki Rusya, rejimin uluslararası toplum nezdinde en kabul edilemez suçu olan kimyasal silah kullanımının potansiyel sonuçlarından dahi onu koruyabilmiştir(4). Bugün gelinen noktada da Rusya, BMGK daimî üyeliğinden aldığı güçle pek çok BM organının rejimi muhatap almasını ve onu normalleştirmesini mümkün kılmıştır. Hatta Rusya’nın veto gücü sebebiyle rejim, fiilen hiçbir kontrolünün olmadığı Suriye’nin kuzey bölgelerinde, insani yardımın hangi sınır kapısından geçip geçmeyeceği (Bab el Heva değil Bab el Selame) ve insani yardımların ne kadar süreyle yapılabileceği gibi yerinden edilmiş Suriyeliler için hayati konularda dahi söz sahibi olmuştur.
Esed’in 12 yıllık iç savaşın sonunda en değerli gördüğü kazanımlarından birisi hiç şüphesiz demografik açıdan Suriye’nin çok daha “homojen”(5). ve ‘yönetilebilir’ bir ülkeye dönüşmesidir. Milyonlarca Suriyeli ülke dışına çıktığı ve bir o kadar Suriyeli de ülke içinde yer değiştirip rejimin kontrol etmediği bölgelerde yaşamaya başladığı için rejim açısından büyük bir ‘sadeleşme’ gerçekleşmiştir. Elbette rejim açısından mezkûr homojenliğin mezhebî bir boyutu da bulunmaktadır. Savaş sebebiyle Suriye’yi terk eden veya ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalan Alevî, Kürt, Hristiyan, Dürzî vs. pek çok unsur olmakla beraber, ülkenin savaş öncesi demografik dağılımının da doğal bir yansıması olarak Sünnî Arap kitle en büyük grubu oluşturmuştur. Ancak bundan daha önemlisi, Suriye’yi terk eden veya ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalan toplumsal kesimler, rejimin yönettiği bir Suriye’yi ‘en kötü alternatif’ olarak tasavvur eden muhalefet duruşları güçlü olan kesimlerdir. Ekonomi ve kontrol bahsinde de değinileceği gibi eğitimli, orta sınıf, entelektüel ve sorgulayan kesimler, aslında rejimin kendisinden en fazla tehdit algıladığı ve en çok hedefe koyduğu kitledir. Dolayısıyla rejim, yalnızca sayısal olarak Suriye nüfusunda bir sadeleşme ya da seyrelmeyi başarmamış aynı zamanda kendisi açısından en sorunlu kitleden de kurtulmuştur. Daha genel manada ise otoriter ve azınlık diktası yönetimlerin bir özelliği olarak rejim, meşruiyetini ve gücünü halktan almadığı için, en geniş tanımıyla halkın kendisi onun bekası için tehdit oluşturmaktadır. Dolayısıyla rejim, yönettiği kitle içerisinde birtakım tercihlere sahip olmakla beraber ayrım gözetmeksizin yönettiği halkın topyekûn sayıca azalması kendi devamlılığı açısından arzu edilebilir bir gelişme olmuştur.
Tersinden okunduğunda ise rejim kontrolünde kalan toplumsal kesimlerin muhalif duruşa sahip olmadıklarını söylemek doğru değildir. Rejimin en sadık gördüğü toplumsal kesimlerde dahi bir memnuniyetten söz etmek mümkün değildir. Rejim kontrolündeki bölgelerde rejimin başardığı homojen, yumuşak başlı ve uysal toplumsal yapı, ödenen ağır bedellerin, ibretlik acıların ve rejim şiddetinden duyulan korkunun bir sonucudur. 12 yıllık savaş ve yıkımın getirdiği ağır maliyet, hâlihazırda rejim kontrolünde yaşamakta olan toplumsal kesimlerde derin bir yorgunluk meydana getirmiştir. Anlaşılması son derece doğal olan bu yorgunluk ve yılgınlığın ne kadar uzun ömürlü olacağı, diğer bir ifadeyle rejim kontrolü altında yaşamakta olan toplumu ne kadar süre uysal kılacağı belirsizdir. 12. Yılını geride bırakan Suriye krizinin uzun yıllar devam etmesi halinde jenerasyonel bir değişimin, toplumun kolektif hissiyat ve tepkilerinde birtakım farklılıklar oluşturması muhtemeldir. Daha açık bir ifadeyle, savaşın bütün maliyetlerini bizzat tecrübe eden neslin çıkardığı dersler, hissettiği yorgunluk ve yılgınlık ile rejimden duyduğu korku, bir sonraki nesilde aynı derecede canlı ve etkili olmayacaktır. Bu ise uzun vadede, mevcut nesilde hâkim olan yılgınlık ve korkunun yerini bir sonraki nesilde öfke ve direniş gibi toplumsal reflekslere evrilmesini mümkün kılabilir.
Ortadoğu’daki çok yönlü ve çok aktörlü normalleşme eğilimine uygun bir şekilde rejimin de Arap dünyasında normalleştirilmesi şüphesiz kendisi açısından çok büyük bir nimet ve kazanımdır. Elbette rejim ile ilişkilerini normalleştirme arzusu içinde olan özellikle Türkiye ve Ürdün gibi tekil bölgesel ülkelerin normalleşme için kendi iç politik dinamiklerinden kaynaklanan birtakım saikleri bulunmakta ve bu sebeple pek çok ülkenin rejimle normalleşme arayışını bütünüyle rejimin marifeti ya da başarısı olarak görmemek gerekir. Ancak yakın bir geçmişe kadar dünya çapında çok az sayıda ülkeyle temas kurabilen ve sadece o ülkeler nezdinde meşru bir muhatap olarak görülen rejim için resmî bir kapasitede tekrar kabul ve tanınmaya(6) mazhar olmak çok büyük bir ilerlemedir. Dahası, rejim normalleştirilme ve üzerindeki tecridin kalkması şeklindeki bir ödülü kazanabilmek için bir çaba içine bile girmemiştir. Rejimle ilişkilerini normalleştirme arayışı içindeki ülkelerin neredeyse tamamının yine yakın bir geçmişe kadar rejimi devirme yolunda aktif veya dolaylı katkı sağlayan aktörler olması, rejim açısından kazanımın büyüklüğünü gösteren bir başka unsurdur. Rejim hâlihazırda herhangi bir konuda Suriye muhalefetine de normalleşme çabası içindeki ülkelere de herhangi bir taviz vermemiştir. Suriye krizine dair yürütülen diplomatik süreçlerin hepsinde rejim bugüne kadar muhataplarına herhangi bir taviz vermeme konusunda son derece ısrarcı ve inatçı davranmıştır (7). On yıldan fazla bir süredir mevcut tutumunu sürdürmekte olan rejim, bugün Arap ülkelerinin liderliğinde normalleştirilirken bir konudaki kanaati pekişmektedir: “Pozisyonunuzu yeterince uzun süre korur ve ısrarcı olursanız, mutlaka kazanırsınız”. Bu ise bugüne kadar zaten pozisyonunu değiştirme ve taviz verme açısından hiçbir esneklik emaresi göstermemiş olan rejimin gelecekte bu tecrübeden hareketle çok daha kararlı ve inatçı davranması için güçlü bir teşvik olacaktır.
Rejim, iç savaş öncesinde de siyasî ve ekonomik alanda son derece otoriter ve kontrolcü bir yapıya sahipti. İç savaşın yarattığı olağanüstü şartlar rejime var olan kontrolünü çok daha sıkılaştırma ve pekiştirme imkânı sunmuştur. İç savaş öncesinde genel manada rejim ile uyum içerisinde olan –rejime meydan okumayan veya tehdit oluşturmayan- bir ekonomik üretim yapısı ve ülkedeki ekonomik faaliyetin icracısı nispeten geniş bir sınıftan söz etmek mümkündür. İç savaş sonrasında da rejimin fiilen küçülmesi ve daralmasına paralel olarak ekonomik alan da küçülmüş ve çok dar bir çevrede yoğunlaşmıştır. Buradaki daralma, yalnızca Suriyeli sermayenin bir kısmının bugünkü rejim kontrolü altındaki bölgelerin veya savaş boyunca ülke dışına çıkmasıyla sınırlı bir olgu değildir. Mezkûr daralma bizzat rejim kontrolündeki bölgelerde gerçekleşmiş ve hatta rejime sadık ve müzahir görülen sermaye özelinde de bir tasfiyeye dönüşmüştür. Bunun boyutunu ve en çarpıcı örneğini hiç şüphesiz Beşşar Esed’in öz kuzeni ve Suriye’nin en büyük sermayedarı Rami Mahluf’un rejim tarafından hedefe konması ortaya koymuştur(8). Rejimin savaş boyunca yaşadığı toprak kaybına ek olarak rejimin askerî ve siyasî bileşenlerinin zamanla rejimden kopması veya bizzat rejim tarafından ayıklanması süreci en nihayet ekonomik alanda da gerçekleşmiştir. Yıllardır rejimi ayakta tutan ana payandalardan biri olan ve aile bağları üzerinden rejimin en merkezindeki konuma sahip olmasına rağmen Mahluf’un tasfiyesi, savaş sonrası ortamda rejimin her alandaki kontrolünü ne kadar merkezileştirdiğini ve ne kadar dar bir çevrede topladığını gösteren bir örnektir. Normal şartlardaki bir ülke için mezkûr daralma son derece olumsuz bir gelişmeyken en önemli meselesi hayatta kalmak ve kendi dar çevresinin kontrolünü genişletmek olan rejim için bu aynı zamanda büyük bir kazanıma dönüşmektedir.
Mahluf’un tasfiyesi, yalnızca rejim içi bir anlaşmazlık ve tasfiye meselesi değil, aynı zamanda Suriye ekonomisinde gerçekleşmekte olan yapısal bir dönüşüme de zamansal açıdan denk gelen bir konudur. Son yıllarda rejimin ekonomik merkezinin bilinen anlamda veya konvansiyonel faaliyetlerden kriminal faaliyetlere taşınması ve rejimin bir narko-devlete dönüşmesi söz konusudur. Rejim, Captagon isimli uyuşturucu hapların büyük çaplı üretimini ve satışını ana ekonomik faaliyet ve gelir kaynağına dönüştürmüş durumdadır(9). Yasa dışı bir gelir kaynağı ve ekonominin ağırlık merkezinin kayıt dışı bir alana taşınması, rejime çok daha geniş bir manevra alanı ve çok daha kontrol edilebilir bir ekonomik faaliyet yapısı sunmuştur. Gelinen noktada hem mezkûr daralma süreci hem de Captagon üretim ve satışının ana ekonomik faaliyet ve gelir kaynağına dönüşmesiyle rejim, geçmişe kıyasla ekonomi üzerindeki mutlak kontrolünü çok daha üst bir seviyeye taşımıştır. Savaş öncesinde rejimin Suriye Gayrı Safi Millî Hasılası (GSMH) içindeki payı ve kontrolü % 40 seviyesindeyken bugün bu pay ve kontrol % 70 seviyelerine ulaşmıştır(10). Aynı dönemde ise Suriye’nin GSMH’si 67.54 Milyar Dolardan(11). 19.719 Milyar Dolara düşmüştür(12). Ekonomide bu yapısal dönüşümlerin bir parçası olarak rejim açısından en tehlikeli görünen sosyal katman, orta sınıf veya potansiyel orta sınıf olduğu için bu kesim rejimin sistematik saldırısına da uğramıştır. Üretim faaliyetinin kaynaklarına saldırmak suretiyle rejim, kendi kontrolü altındaki bölgelerde var olan orta sınıf üzerinde baskı oluşturmuş ve bir çeşit orta sınıfın oluşmasının önüne geçmiştir(13).
Rejim, savaş süresince pek çok konuda zarar görmesine ve kayıplar yaşamasına rağmen savaş şartlarının kendisine sağladığı birtakım kozlar ve kazançlar da elde etmiştir. Bu kazanımlardan biri de hasım olarak gördüğü aktörlere zarar verme kapasitesidir. Rejimin kazandığı mezkûr kapasite veya kozun kendisine karşı en etkili kullanıldığı aktörlerin başında şüphesiz Türkiye gelmektedir. Rejim, Türkiye’nin Suriye muhalefetini destekleyen politikasına karşılık Türkiye’ye zarar vermesi beklentisiyle PYD/YPG kartını oynamıştır. İç savaşın henüz başlarındayken rejimin kuzey ve kuzeydoğu bölgelerde PYD/YPG’ye alan açmak üzere güçlerini çekmesi, o günden bu yana Türkiye’ye pek çok farklı açıdan maliyet üretmiş ve üretmektedir. PYD/YPG varlığı, Türkiye’nin savaş boyunca Suriye’ye yönelik hamlelerinde ve hesaplamalarında mutlaka dikkate almak zorunda kaldığı ek bir külfet ve sorun, bir noktadan sonra da Türkiye için Suriye krizinin en dominant ve öncelikli meselesine dönüşmüştür.
PYD/YPG’nin Türkiye’nin sınırında toprak kontrol eder hale gelmesi en yalın şekliyle Türkiye’nin sınır ve ulusal güvenliğine tehdit oluşturmakta ve ayrılıkçı ajandası sebebiyle de Türkiye’nin toprak bütünlüğünü hedef almaktadır. Rejim de kuzey ve kuzeydoğu bölgelerini PYD/YPG’ye bırakırken tam da böyle bir sonuç almak istemiştir. Rejim bu hamleyi yaparken elbette daha ileri bir tarihte PYD/YPG’nin tam teşekküllü bir ABD partnerine dönüşmesini veya ABD himayesi altına girmesini hesaplamamıştı. Ancak bu gelişmeyle birlikte PYD/YPG’nin Türkiye için maliyeti sınır ve ulusal güvenlik tehdidinin çok ötesine taşınmış, Türkiye’nin ABD başta olmak üzere Batılı müttefikleriyle ilişkilerini zehirleyen bir unsura da dönüşmüştür.
Rejimin özellikle Türkiye’ye zarar vermek üzere kazandığı diğer bir kapasite ise düzensiz göçü Türkiye’ye karşı bir silaha dönüştürmesidir. Özellikle kuzey bölgelerdeki yerel ölçekteki ve rejimin tarafı olmadığı çatışmaların bile Türkiye sınırına doğru göçü tetiklediği hesaba katıldığında rejimin çok daha büyük ateş gücü kullanarak ve hava bombardımanları vesilesi ile büyük bir nüfus hareketini Türkiye sınırına yöneltmesi rejimin kullandığı önemli bir koz olmuştur. Yıllar içerisinde rejimin özellikle sivil alanları hedeflemek suretiyle -ki Rusya ve İran bu konuda rejime çok destek olmuştur- yürüttüğü demografik savaş, bugün Türkiye içerisinde yaklaşık 3 milyon ve Türkiye’nin güvenliğini temin ettiği Zeytin Dalı (Afrin), Fırat Kalkanı (Azez-Cerablus), Barış Pınarı (Resulayn-Tel Abyad) harekâtları bölgeleri ile İdlib’de de yaklaşık 5 milyon olmak üzere toplamda 8 milyon Suriyeli sığınmacının sorumluluğunu Türkiye’ye yüklemiş durumdadır.
Rejim, zarar verme kapasitesini yalnızca Türkiye’ye karşı kullanmamıştır. En azından bir süre Suriye muhalefetine destek vermek suretiyle rejimi karşısına almış olan Suudi Arabistan ve Ürdün gibi Arap devletleri de bir süredir bu durumdan nasiplerini almaktadır. Rejimin ürettiği ve sattığı Captagon uyuşturucu haplarının, Arap dünyasının geneline ulaşmakla birlikte en büyük oranda Ürdün ve Suudi Arabistan’a girdiği anlaşılmaktadır(14). Bu ise hem Ürdün hem de Suudi Arabistan için sosyal bir sorun ve bir güvenlik tehdidi oluşturmaktadır. Rejimle uzun yıllar kötü ilişkilere sahip olmanın bir sonucu olarak mezkûr ülkelerin rejim nezdinde bir davranış değişikliğine neden olacak nüfuzları da bulunmamaktadır. Bu nüfuzdan mahrum olmalarının üzerine Captagon üzerinden de rejim kaynaklı bir şekilde zarar görmeye başlamaları, Arap ülkelerinin rejimi ‘normalleştirme’ adımını atmasında etkili olmuş gibi görünmektedir(15).
Rejimin mezkûr zarar verme kapasitesinin gelişmesinde elbette savaş şartlarının etkisi olmuştur, ancak bunun savaşın çok öncesine giden uzun bir geçmişi de bulunmaktadır. Türkiye’nin 1997 yılındaki askerî müdahale tehdidine kadar Hafız Esed’in PKK’yı ve Abdullah Öcalan’ı Suriye’de himaye etmesi yine o dönem Türkiye’ye zarar verme ve maliyet üretme arayışlarının bir parçasıydı. Hafız Esed döneminden itibaren çok daha yoğun bir biçimde görüleceği üzere bölge ülkelerine farklı zamanlarda ve alanlarda zarar verme davranışı rejim için bir varoluş biçimi olmuştur. Rejim, otoriter bir rejim olarak meşruiyetini ve temellerini geniş manada Suriye halkına dayandıramadığı için bölgenin güç dengesi ve düzeni için kilit bir aktör konumunu hep canlı tutma yoluna başvurmuştur. Lübnan’daki mükerrer ve sürekli müdahalelerinden hatırlanacağı üzere rejim, yalnızca kendisinin çözebileceği ve dolayısıyla kendisine ihtiyaç duyulacağı sorunlar üretmekten kaçınmamıştır. Bugün de rejim, geçmiş tecrübe ve aşina olduğu yöntemlerle komşu ve bölge ülkelerine farklı alanlarda maliyetler üreterek zarar vermekte, bunun üzerinden kendisi için vazgeçilmezlik ve muhataplık devşirmeye çalışmaktadır. Ancak bugün rejim, geçmişten çok farklı bir noktada bulunmaktadır. Hem Hafız Esed dönemi hem de savaş öncesi Beşşar Esed döneminde rejimin bölgede birtakım sorunları üreterek bunları yönetme ya da bu sorunların çözüm mercii olarak kendini sunma noktasında ciddi bir devlet kapasitesi bulunmaktaydı. Bugün ise yukarıda da pek çok boyutu ile ele alındığı üzere o devlet kapasitesi çok büyük oranda ortadan kalkmış durumdadır. Dolayısıyla rejimin aşina olduğu yöntemlerle sorunlar üretmesinin bölgede bugün geçmişten daha farklı sonuçları olacaktır. Keza sorunların çözümü noktasında rejimle muhatap olacak aktörler açısından da sürecin hayal kırıklığıyla sonuçlanma ihtimali bir hayli yüksektir(16).
12 yılı geride bırakan ve hâlihazırda yıkıcı etkileri Suriye’nin çok ötesine ulaşan Suriye iç savaşı, bütün kaybettirdiklerine rağmen Beşşar Esed’e ve Baas rejimine birtakım kazanımlar getirmiştir. Hafızalar tazelenip 2013 yılına gidildiğinde hem devrilen diğer otoriter Arap liderlerin emsal teşkil etmesi hem de silahlı Suriye muhalefetinin rejim karşısındaki başarısı o zamanın şartlarında rejimin geleceği açısından bugünkünden çok daha farklı bir intiba uyandırmaktadır. Ancak pek çok dış aktörün ve faktörün devreye girmesiyle rejim, bütün kaybettiklerine rağmen hayatta kalmayı başarmış ve bu durum başlı başına rejimin kazanımı olmuştur.
Rejimin genel olarak hayatta kalmasına katkı sunması açısından rejimin kazanımlarını ayrıntılı bir şekilde zikretmek gerekirse ABD'nin süreç içerisindeki tutum değişikliği rejim açısından büyük bir nimet olmuştur. Suriye iç savaşının başlangıcında ABD, Suriye muhalefetine destek vererek rejimi zayıflatmıştır. Ancak daha sonra odağını DEAŞ'la mücadeleye kaydırarak rejim değişikliği hedefinden uzaklaşmıştır. Bu, Esed rejimi için bir avantaj olmuştur. Rusya'nın 2015 itibariyle Suriye’ye bizzat müdahalesi ve rejime olan sarsılmaz desteğini bir üst düzeye taşıması ise rejimin kazanımları arasında en belirgin unsurlardan biridir. Rusya, Esed rejimine güçlü bir destek sunarak Suriye'deki dengeyi değiştirmiştir. Rusya'nın Suriye'ye müdahalesi, rejimin hayatta kalması için önemli bir adım olmuş ve uluslararası alandaki izolasyonunu kırmıştır.
Rejimin Suriye içerisinde gerçekleştirdiği büyük demografik değişim de rejim açısından hem kendisine karşı isyan etme cüretini göstermiş olan Suriye halkından aldığı bir intikam, bir cezalandırma yöntemi hem de bir kazanım olmuştur. Suriye iç savaşı sırasında milyonlarca Suriyeli ülkeyi terk etmiş veya ülke içinde yer değiştirmiştir. Bu durum, rejimin gözünde ülkenin daha homojen ve yönetilebilir hale gelmesini sağlamıştır. Bölgesel normalleşme eğiliminin bir parçası olarak rejimin muhatap alınmaya başlanması rejim açısından hem bir mükâfat hem de bir kazanımdır. Rejim, yakın bir geçmişten itibaren Arap dünyasında normalleştirilmeye başlanmıştır. Bazı Arap ülkeleri, Esed rejimiyle ilişkilerini normalleştirerek rejimi uluslararası alanda daha kabul edilebilir hale getirmiştir. Ayrıca savaş şartları, rejimin ekonomik kontrolünü dar bir çevrede pekiştirmesine imkân sağlamıştır. Ayrıca, Captagon adlı uyuşturucu hapların üretimi ve satışı, rejim için önemli bir gelir kaynağı haline gelmiştir. Son olarak rejim, savaş sırasında Türkiye'ye ve diğer Arap ülkelerine zarar verme kapasitesi kazanmıştır. Özellikle PYD/YPG'nin Türkiye sınırında kontrol sağlaması ve Captagon'un bu ülkelere girmesi, rejimin düşmanlarına zarar verme stratejisinin bir sonucudur.
([1]) Eric Schmitt, “C.I.A. Said to Aid Steering Arms to Syrian Opposition”, The New York Times, 21 Haziran 2012,https://bit.ly/3toSSof
([2]) “U.S.-Backed MOM Operations Room Ends Support for FSA Groups”, The Syrian Observer, 19 Aralık 2017,https://bit.ly/3FaoSiM ; Youssef Sadaki, “The MOC’s Role in the Collapse of the Southern Opposition”, Atlantic Council, 23 Eylül 2016, https://bit.ly/3tiCdma
([3]) “Halt, who goes there? President Assad ‘humiliated’ on Syrian soil by Russian soldiers”, The New Arab, 13 Aralık 2017, https://bit.ly/3Q6VG2m
([4]) Patrick Wintour, “Rex Tillerson: Russi bears responsibility for Syria chemical attacks”, The Guardian, 23 Ocak 2018, https://bit.ly/46dwwEN
([5]) Khairallah Khairallah, “President Assad’s dubious definition of homogeneity”, The Arab Weekly, 27 Ağustos 2017, https://bit.ly/3PMaYrJ
([6]) “Assad gets warm reception as Syria welcomed back into Arab League”, Al Jazeera, 19 Mayıs 2023, https://bit.ly/3ZLlDHK
([7]) “UN envoy ‘fails’ to restart Syria constitutional talks amid regime intransigence”, The New Arab, 4 Kasım 2022, https://bit.ly/3ZPBKE8
([8]) Suleiman Al-Khalidi vd., “Special report: a collapsing economy and a family feud pile pressure on Syria’s Assad”, Reuters, 13 Ağustos 2020, https://reut.rs/3FanTiq
([9]) Claudia Chiappa, “Drug that make Syrian regime millions trafficked through Europe, report says”, Politico, 13 Eylül 2023, https://politi.co/3PVsJFo
([10]) Sinan Hatahet, “To Stay or To Leave? The Dilemma for Independent Syrian Businessmen”, EUI Middle East Directions, Kasım 2021, https://bit.ly/3PPiFxj
([11]) “Syria GDP – Gross Domestic Product”, Country Economy,https://bit.ly/3S8N4tB
([12]) “Syrian Arab Republic”, UN Statistics,https://bit.ly/48LJ87D
([13]) Sinan Hatahet, “To Stay or To Leave? The Dilemma for Independent Syrian Businessmen”, EUI Middle East Directions, Kasım 2021, https://bit.ly/3PPiFxj
([14]) Kareem Chehayeb, “A little while pill, Captagon, gives Syria’s Assad a strong tool in winning over Arab states”, Associated Press, 9 Haziran 2023, https://bit.ly/49t5ETq.
([15]) Maziar Motamedi, “How important is Captagon in al-Assad’s return to the Arab fold?”, Al Jazeera, 21 Mayıs https://bit.ly/3sgfHdL.
([16]) “Arab League ‘suspends meetings’ with Syrian regime amid continuing disputes over Captagon, refugees”, The New Arab, 27 Eylül 2023, https://bit.ly/466QUqn.
Aralık 2016'da (Rusya ve Türkiye, Suriye'de ülke çapında ateşkes ilan etmeden önce) Türk istihbaratı ile Rus ordusu arasında varılan bir anlaşma Halep'te ateşkes sağlanması ve ılımlı muhalif güçlerin ve sivillerin Halep'ten İdlib'e nakledilmesi öngörülüyordu(1). Halep ateşkes anlaşması, sonrasında Suriye'de ülke çapında bir ateşkesin ve Astana Süreci’nin öncüsü olmuştur.
Bu anlaşma, Moskova ve Ankara'nın daha ileri adımlar atmasına ve bölgedeki etkileşimlerinde güven inşa etmelerine olanak sağladı.
Astana Süreci, Rusya'nın Türkiye ile olan Kompartmantalizasyon (Bölümlere ayırma) stratejisini Suriye'deki çok taraflı arabuluculuğa genişleterek rakip politikalara rağmen ilişkileri yeniden canlandırmayı hedeflemekteydi. Bu yaklaşım, Moskova'nın arabuluculuk sürecindeki hassas dengeyi korumak için ve “iyi niyet” göstergesi olarak Tel Rıfat hariç Türkiye'nin 2018’de Afrin'de YPG'ye karşı operasyonuna izin vermesinin(2) de gösterdiği gibi tarafların stratejik çıkarlarına saygı gösterirken anlaşmazlıklar içinde ortak bir zemin bulmalarına olanak tanımayı amaçlamaktadır. Bu mekanizma hem karşılıklı güven oluşturmayı hem taraflar arası olası bir çatışmayı önlemeyi hem de müzakerelerle karşılıklı bir ödün vererek her bir devletin kendi politikalarını olabilecek sınırlar dahilinde maksimize etmeyi ve bunu yaparken de alanda olan diğer devletler ile çatışma olasılığını minimize etmeyi sağlamaya çalışmıştır. Bu süreç, garantör ülkelere aralarındaki olası çatışmaları önlemek için koordinasyon sağlama konusunda bir platform sunmuştur(3) Nitekim ilişkilerde kırılgan dinamikler tamamen engellenememiştir.
Bu rapor, Suriye'deki çatışmayı yönetmeyi ve İran, Rusya ve Türkiye arasında işbirliğini teşvik etmeyi amaçlayan Astana Süreci’nin karmaşıklığını incelemektedir. Sürecin bölgesel dinamikleri nasıl şekillendirdiğini incelemekte ve özellikle PYD/YPG oluşumları bağlamında Türkiye'nin kaygıları açısından devam eden zorlukları irdelemektedir. Takip eden bölümlerde, başlangıçta Suriye'deki çatışmayı yönetmek üzere tasarlanan Astana Süreci’nin değişen dinamikleri analiz edilmekte ve silahlı grupların sınıflandırılması ve İdlib bölgesinde yükselen tansiyon da dâhil olmak üzere değişen koşullara verdiği tepki mercek altına alınmaktadır. Ayrıca Suriye ihtilafında gerilimi azaltma, bölgelerinden normalleşme çabalarına geçişin altı çizilmekte ve Rusya, Türkiye ve İran gibi kilit aktörler arasındaki karmaşık çıkar ve çatışmaları vurgulanmaktadır. ABD ile YPG arasındaki ilişki ve Suriye çatışmasının yönetiminde arabuluculuğun rolü gibi dış faktörleri de ele almaktadır. Son olarak bu rapor, Astana Süreci’nin, özellikle İdlib meselesinin ele alınması ve Şam ile normalleşme yolunda ilerleme kaydedilmesi gibi karmaşık bölgesel çıkarlar ve güçlükler ağında ne kadar etkili olduğunu değerlendirmektedir.
Öncelikle Astana Süreci’nin temel amacının çatışmayı sonlandırmak olmadığını belirtmek gerekir. Bunun yerine çatışmayı yönetmek ve çatışma çözümüne götürecek eylem planları için kolaylaştırıcılık görmek ve Cenevre Süreci’ne katkıda bulunmak olmuştur. Özellikle garantör olan İran, Rusya ve Türkiye’nin arasındaki çıkar uyumunu yaratmayı amaçlayarak hem bu üç ülke ve hem de alandaki garantör oldukları Suriye Rejimi ve Muhalefeti arasında bir nevi temas noktası görevi görecek olan platformda arasındaki anlaşmazlıkların müzakere edilmesine olanak sağlamıştır. Böylelikle çatışmanın yayılmasını engelleyerek ölümler azaltılmış ve güven-alıcı önlemleri gündeme fiilî olarak gelebilmiş ve bu konuda çeşitli çalışma grupları faaliyet gösterebilmiştir.
Genel anlamda ortak bildirilerde BM Güvenlik Konseyi’nin 18 Aralık 2015’te alınan 2254 sayılı kararına referans verilmektedir. Bu karar “Suriye Arap Cumhuriyeti'nin egemenliği, bağımsızlığı, birliği ve toprak bütünlüğüne olan güçlü bağlılığını bir kez daha teyit” ederek DEAŞ, El Nusra ve türevleri olan terörist örgütlerle karşı mücadeleyi öngörmüş, mültecilerin gönüllü geri dönüşü için uygun koşulların sağlanması, gelişigüzel tutukluların salınması, güven inşasına yönelik önlemlerin alınması ve ateşkesin tesis edilebilmesi için çağrıda bulunmuştur (4). Nitekim bu önlemler “devlet kurumlarının devamlılığını sağlarken karşılıklı rıza temelinde oluşturulacak tam yürütme yetkilerine sahip kapsayıcı bir geçiş dönemi yönetim organının kurulması”na yönelik olmakta ve ileride barışın tesisinin sağlanması için gerekli olan adımları göstermektedir(5). Bununla birlikte Astana toplantılarının gündemlerinde de hep tekrarlayan biçimlerde Suriye'nin çevresindeki bölgesel durumdaki değişiklikler ve sahadaki durum, bu ülkede kapsamlı bir çözüme yönelik çabaları içermektedir (6). Ayrıca terörle mücadele konuları, rehinelerin serbest bırakılması ve kayıp kişilerin aranması dahil olmak üzere güven arttırıcı önlemler, insanî durum, Suriye'nin çatışma sonrası yeniden inşasını kolaylaştırmak ve Suriyeli mültecilerin anavatanlarına dönmeleri için gerekli koşulları yaratmak amacıyla uluslararası toplumun çabalarını içermektedir. Astana Süreci sahada çatışmasızlık bölgeleri kurarak ve belli bir dereceye kadar savaşı dondurarak silahlı ve sivil insan ölümlerini azaltmış olsa da siyasî bir çözüme giden yol haritasında tıkanmalar yaşanmıştır (7).
19 Temmuz 2022’de Tahran Zirvesi sonrası yayınlanan üçlü bildiride Ankara, Moskova ve Tahran arasındaki eşgüdümü ilerletme hedefi belirtilirken ekonomik ve politik iş birliğinin ilerletilmesi amacına değinilmiştir(8). Aynı bildiride terörizme karşı kesintisiz mücadeleye yer verilirken metinde hangi terör örgütlerine karşı mücadele yürütüleceği muğlak kalmıştır.
Aynı ortak bildiri, 'gayrimeşru özerklik girişimleri de dâhil olmak üzere terörle mücadele bahanesiyle sahada yeni gerçeklikler yaratmaya yönelik tüm girişimleri reddetmiş ve Suriye'nin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü zayıflatmayı' vurgulamıştır. Ayrıca sınır ötesi saldırılar ve sızmalar da dâhil olmak üzere komşu ülkelerin ulusal güvenliğini tehdit etmeyi amaçlayan ayrılıkçı gündemlere karşı durma kararlılıklarını ifade etmişlerdir(9).Bununla birlikte metinde PYD/YPG oluşumlarının isimleri net olarak belirtilmemiş olsa da Fırat’ın doğusunda gerçekleşen gündemin bu üç aktörü de farklı bir şekilde rahatsız ettiği görülmektedir. Bununla birlikte YPG’nin ismi hiçbir resmî Astana bildirisinde de geçmemektedir.
YPG’nin otonom bir yapı kurma arzusu Türkiye için PKK’nın bölgede gücünü arttırmasına sebep olacak olup bir ulusal güvenlik ve toprak bütünlüğü meselesi haline gelirken Rusya ve İran için de ABD’nin bölgeye YPG aracılığıyla sahada ve masada adımını sağlamlaştırmasına işaret etmekte ve bölgede kendilerine karşı bir nüfuz elde edebilme kapasitesinin artırılmasına neden olmaktadır. Rusya ve İran YPG/PYD‘yi terör örgütü olarak görmeyip bu oluşumla pragmatik ilişkilere daha açık görünmektedir. Nitekim Moskova ve Tahran’ı rahatsız eden şey ABD’nin bu yapıyı kullanarak bölgede bir dayanak kurmaya çalışması olmuştur. Ankara’yı rahatsız eden durum ise NATO müttefiki ABD’nin Ankara’nın terör örgütü olarak tanıdığı bu oluşuma desteğidir. Nitekim ABD’nin bölgede YPG’nin yanında bulunması Ankara’nın özellikle Fırat’ın doğusundaki ulusal güvenliğini tehdit eden otonom oluşuma karşı operasyon kabiliyetini de sınırlamaktadır. Bunun sebebi çeşitli bölgelerde askerî olarak girmiş olan ABD ve Rusya varlığı kendi etkileri altında olan gruplara da (YPG gibi) birer güvenlik şemsiyesi görevi görmektedir ve bu alanlarda operasyon yapmak isteyen Ankara’yı kendileri ile fiilî olarak bir çeşit koordinasyona zorlamaktadır. Bu yüzden TSK’nın operasyon alanı bu devletlerle olan diplomasi trafiği ile de belirlenebilmektedir.
Suriye’deki bu diplomasi trafiği aynı zamanda çeşitli aktörlerin değişen nüfuz ve kontrol alanlarına göre de şekil değiştirebilmektedir. Nitekim bu trafikteki öncelikler diğer bir terör örgütü olan DEAŞ’ın ilerlemesine ve gerilemesine göre de değişebilmiştir. Ekim 2017’de DEAŞ’ın de facto merkez şehri olan Rakka’nın ABD destekli SDG’nin eline geçmesiyle DEAŞ’ın güç kaybı çok daha görünür olmuştur(10).Astana Üçlüsü’nünün ortak konu başlıklarından olan DEAŞ’a karşı mücadele hedefinin yanı sıra sahadaki başka amaçlar daha belirgin olmaya başlamıştır. Astana Formatında El Nusra ve DEAŞ terör örgütlerine karşı ortak mücadele kabul edilmiş ve bu örgütlerin diğer silahlı gruplardan ayrı olduğu bildirilmiştir; fakat bu ayrım bir muğlaklığı da beraberinde getirmiştir(11).Nitekim sahada (özellikle İdlib’te) silahlı gruplar arasında kesin bir ayrım yapılmadığı taraflar arasında kendini belli etmiştir(12) Böylece Astana Süreci sahada DEAŞ’ın güç kaybından sonra değişen dinamikler, taraflar arasındaki görüş ayrılıklarını daha belirgin hale getirmeye başlamıştır. Şam rejimi 2017'nin başında Doğu Guta'ya yönelik saldırılarını artırmış bulunuyordu ve bu 2018 baharında büyük bir saldırıyla sonuçlandı. Haziran 2018'de Dera'da da benzer bir askerî kampanya başlatıldı(13) Şubat 2018'de Moskova, Humus'taki gerilimi azaltma bölgesini tek taraflı olarak feshetti ve bu da iki ay sonra Rus ve Suriye güçlerinin bölgeye saldırmasına ve Mayıs 2018'de Humus'taki muhaliflerin teslim olmasına yol açtı(14) Türk ordusu Astana Süreci uyarınca ateşkesi izlemek üzere halihazırda Ekim 2017'de İdlib'te bulunuyordu(15).
Alandaki dinamikler bu şekilde devam ederken görüş ayrılıkları yerine Astana Süreci Suriye’de siyasî geçişin önünü açabilmeyi kolaylaştıracak Anayasa ve Suriye bazında geniş toplumsal katılımın sağlanmasına yönelik Anayasa çalışmalarının önü açılmaya çalışılmış ve Liderlik Zirveleri ile üç garantör arasındaki görüş ayrılıklarının hızlı ve etkili bir şekilde çözümlenmesi amaçlanmıştır. Burada Anayasa Komitesi çalışmaları hep ertelenmiş ve anayasa çalışmalarında adil bir uzlaşmaya yakın zamanda varılacak gibi görünmemektedir(16). Bununla birlikte, Astana platformu bu üç devlet arasında da tam kurumsallaşmış bir diplomatik ağ merkezi kuramamıştır. Fakat üçlü ilişkilerde ad hoc diplomasinin önünü açabilmek ve sorunların daha pragmatik çözümü için çeşitli zirveler ve oturumlar aracılığıyla ortak bir buluşma noktası yaratmıştır. İlk zirve 22 Kasım 2017’de gerçekleşmiş olup DEAŞ’ın bölgede güç kaybettiği Şam’ın muhalif bölgelere operasyonlarını arttırdığı ve Türkiye’nin Astana garantörü olarak İdlib’te gözlem noktaları kurmuş olduğu bir zamana denk gelmiş ve Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’nin kurulması hangi zemin üzerine olacağına dair müzakereler söz konusu olmuş ve üç lider de kameralara samimi bir birlik mesajı vermiştir(17). Fakat bu birlik mesajları fotoğraflarda zaman içinde kaybolmuştur.
19 Eylül 2019’da BM Güvenlik Konseyi’ndeki Belçika, Almanya ve Kuveyt tarafından hazırlanan ve İdlib ile ilgili olan taslak karar Rus ve Çin vetoları ile hayata geçirilememiştir. Hazırlanan taslakta, terörle mücadeleye ve buna dair önlemlerin alınmasının gerekliliğine işaret edilirken terörist gruplarla siviller arasında bir ayrımın yapılması gerektiğine ve İdlib’te ateşkesin devamlılığının sağlanması öngörülmekteydi(18). Bu tasarı aslında İdlib’deki duruma dikkat çekmiş ve ateşkesin sağlanamadığını göstermiştir. Aynı tasarı 17 Eylül 2018 tarihinde Rusya ve Türkiye arasında imzalanan Memoranduma da gönderme yapmaktaydı(19). Nitekim İdlib’te ateşkesin sağlanamaması Türk-Rus ilişkilerinde de gerilimlere yol açmaya ve Astana Sürecinde ilerlemeye ket vurmaya başlamıştı. İdlib’teki krizi hafifletebilmek ve “geçici bir çözüm” oluşturabilmek için Erdoğan ve Putin 18 Eylül 2018’de Soçi Memorandumunu imzaladı(20). Bu anlaşma, Türkiye'ye HTS gibi aşırıcı grupları sınırdan uzaklaştırma görevi verdi ve İdlib ile Suriye rejimi arasındaki sınır boyunca 15-20 km derinliğinde ağır silahlardan arındırılmış bir bölge oluşturulmasını öngördü (21) . Ancak bu anlaşma tam olarak uygulanmadı ve Astana Süreci, karmaşık Suriye iç savaşındaki artan anlaşmazlıklar ve gerginlikler nedeniyle belirsizliklerle yoluna devam etti. Nitekim Ocak ve Şubat 2020’de iki ülke lideri de bir diğerinin bu anlaşmaya uymadığını iddia edip karşılıklı gerginlikleri söylemlerinde dile getiriyorlardı(22).
Rejimin Rus Hava Kuvvetlerinin yardımıyla düzenlediği “İdlib Şafağı” operasyonu (2019-2020) sırasında 28 Şubat 2020'de resmî rakamlara göre 33 Türk askerinin yerleri Rus makamlarınca bilinmesine rağmen vurulmasıyla ortaya çıkan ve giderek büyüyen İdlib krizi, Türk-Rus diplomasi trafiğinde büyük bir tıkanıklığa işaret eden gelişmelerin ifadesiydi(23). Krizin ardından Mart 2020'de Moskova'da imzalanan mutabakata göre Türkiye, "M4 otoyolunun 6 km kuzeyinde ve 6 km güneyinde güvenli koridor" oluşturulmasıyla İdlib'deki varlığına ilişkin tavizler vermiş ancak Suriye konusunda ilişkiler gergin kalmaya devam etmiştir(24) Fakat, bu tavizlere rağmen TSK ve Suriye Milli Ordusu, Rejim güçlerine karşı kendi mevzilerini sağlamlaştırmış ve Rejimin İdlib’e karşı olası bir askerî harekatına karşı çok daha dayanıklı bir set çekebilmiştir (25) Nitekim Ekim 2021'de de olduğu gibi Suriye ordusunun haftalarca sivil yerleşim yerlerini bombalayarak yeni bir göç dalgasını tetiklemeye çalıştığı bilinmektedir(26).
3-4 Mayıs 2017 tarihlerinde düzenlenen 4. Astana turunun sonunda Astana garantörleri Rusya, Türkiye ve İran, Suriye'de İdlib ve komşu vilayetlerin bazı bölgelerinde (Lazkiye, Hama ve Halep vilayetleri) Humus vilayetinin kuzeyindeki bazı bölgelerde, Doğu Guta'da ve Suriye'nin güneyindeki bazı bölgelerde (Dera ve El-Kuneytra vilayetleri) başlangıçta altı ay süreyle geçerli olacak ve uzatılabilecek fakat geçici "gerilimi azaltma bölgeleri" (de-escalation zones) kurulmasına ilişkin bir anlaşma imzaladı(27) .Anlaşma, DEAŞ ve El Nusra gibi grupları dışarıda bırakırken silah kullanımını durdurmayı, insani yardımların ulaştırılmasını sağlamayı ve yerinden edilmiş insanların geri dönüşünü teşvik etmeyi amaçlamaktaydı. Anlaşmanın uygulanmaya başlandığı ilk günlerde, belirlenen bölgelerdeki çatışmalarda önemli bir azalma olduğu iddia edilmekteydi(28) . Nitekim bu durum çatışmasızlık bölgelerinde çok uzun sürmemiş gibi görünüyordu. Örneğin; çatışmasızlık bölgelerinden olan Dera'da, 2018'de başlayan ateşkes anlaşması, zamanla Rusya ve İran'ın rekabetine sahne olmuş ve çatışmaların tekrar başlamasıyla Şam Yönetimi kendi gücünü bölgeye dayatabilmiştir(29) Şam tarafından ele geçirilen bölgelerdeki muhalif silahlı gruplar ve siviller otobüslerle İdlib’e transfer edilmiş ve burada aşırı birikmeye yol açmıştır(30).
Astana Süreci, Suriye'de gerilimi azaltma bölgeleri oluşturarak insanî yardımı kolaylaştırmayı ve siyasî bir çözümün yolunu açmayı amaçlıyordu (31). Ancak bu süreç, ihlallere karşı yaptırım mekanizması eksikliği, tarafsız bir gözlemci eksikliği ve siyasî çözümde belirsizlik nedeniyle başarısız oldu ve rejim tarafından muhalefet bölgelerinin ortadan kaldırılmasını kolaylaştırırken geriye sadece İdlib gerilimi azaltma bölgesi kaldı (32). Astana Süreci, halihazırda devam eden Cenevre görüşmelerinden farklı bir format sunmaktaydı. Nitekim Cenevre'nin etkinliği genel anlamda ABD-Rus ilişkileri ve müzakerelerine dayanırken Astana'nın etkisi üçlü ilişkiler ve aralarındaki müzakerelere bağlı durumdadır. Cenevre Süreci daha fazla katılımcı devleti kapsarken ve askerî grupları dışarıda bırakırken Astana Süreci sahadaki askerî grupları da içine alarak daha çok alana ve askerî düzeye odaklanmaktadır.
Cenevre Süreci halihazırda BM düzeyinde meşru olarak görülürken Astana Süreci meşruiyetini sağlayabilmek için BM ile işbirliği içinde haraket etmeli ve Cenevre ile BMGK kararlarına dayanak oluşturmak zorundadır. Astana görüşmeleri, belirli bir tarafı açıkça destekleyen ve aktif olarak sahada bulunan ülkeler tarafından yürütülmektedir.
30-31 Ekim 2017’deki Astana görüşmelerinin 7. turu sırasında Rusya Devlet Başkanı'nın Suriye özel temsilcisi ve Astana görüşmelerindeki Rus heyetinin başkanı Alexander Lavrentiev, Türk heyetine özellikle İdlib’teki durum nezdinde Suriye Rejimi ve Türkiye arasında Moskova’nın arabulucu bir rol oynayabileceğini belirtmiş ve Şam ile Ankara arasında askerî bir koordinasyonun sağlanmasını hedeflemiştir(33) . Nitekim bu şekilde de Türk askeri Suriye’de “illegal” bir varlık göstermemiş olacaktır(34). TSK’nın Suriye’deki varlığı Rejimi rahatsız etmektedir ve Şam ile olası bir anlaşma, Ankara’nın ulusal güvenlik meselesi olarak gördüğü ve açıkça belirttiği hususlarda da askerî operasyonel etki alanını da fazlasıyla kısıtlayacak duruma getirecektir.
2019 yılı itibariyle Türk askerî yetkilileri ile Şam’a bağlı Suriyeli askerî yetkililer halihazırda temas halinde bulunmaktaydı(35) . Diğer yandan Türkiye'nin YPG'ye yönelik Suriye içindeki operasyonlarını kısıtlamaya çalışan Rusya, Ekim 2019'da imzalanan Soçi Mutabakatı ile PKK'nın Suriye'deki faaliyetlerini ele almayı ve PKK terörüyle mücadelede Türkiye ile Suriye arasında işbirliğini teşvik etmeyi amaçlayan 1998 tarihli Adana Mutabakatı'nın uygulanmasını önererek Türkiye'yi Kürt meselesinde Suriye rejimiyle işbirliğine dâhil etmeye çalışmıştır (36) . 2022 yılı Kasım ayında Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Şam ile diyalog kurulabileceğini de belirtiyordu(37) . Nitekim 2021 yılı son çeyreğinde halihazırda değişen ölçülerde de olsa bölge ülkelerinin Rejim ile normalleşme gündemleri olduğu bilinmekteydi(38). 20-21 Haziran 2023’te gerçekleşen 20. Tur sonrası Kazakistan’ın Astana Süreci’nde ev sahipliğinden çekilme kararı “hayretle” karşılanmış olmakla birlikte bu mekanizma Moskova arabuluculuğuyla Ankara-Şam normalleşme görüşmelerine evrilmeye başlamıştır(39).
Her ne kadar bu görüşmeler olsa da Ankara-Şam arası kolay bir şekilde düzelecek gibi görünmemektedir. Türkiye’nin Fırat’ın batısındaki askerî varlığı ve İdlib’in Rejim güçleri tarafından ele geçirilmesini önlemeye yönelik politikaları, Rejimi rahatsız etmekte ve Ankara açısından bölgeden askerî olarak çıkmak bölgeden gelecek ulusal güvenlik kaygılarını da arttırmaktadır. Nitekim Türkiye açısında Adana Mutabakatı’nın işletilebilmesi de Suriye Rejiminin PYD/YPG ile mücadele etme iradesinin olmasına bağlıdır ki bu iradenin de varlığı kuşkuludur(40).
“Astana Süreci” son zamanlarda özellikle Rusya’nın arabuluculuğunda Ankara ve Şam arasındaki ilişkileri normalleştirmeyi hedeflemektedir. Fakat bu normalleşme zemini kolay görünmemektedir. Her ne kadar Ağustos 2022’de Dışişleri eski Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Şam’daki mevkidaşı Faisal Mekdad ile temas kurmuş ve aynı ay Bakan Çavuşoğlu Suriye Muhalefeti Ulusal Koalisyonu Başkanı Salem Al Meslet, Suriye Müzakere Komisyonu Başkanı Bedir Camus ve Suriye Geçici Hükümeti Başkanı Abdurrahman Mustafa ile bir araya gelmiştir.
Bununla birlikte Türkiye ve Suriye Savunma Bakanları ve İstihbarat Başkanlarının resmî olarak görüştükleri ve diplomatik heyetlerin de toplantı yaptığı bilinmektedir(41). Nitekim eski Bakan Çavuşoğlu da bu temaslarda kalıcı bir barış için “birlik ve beraberliğin” öneminin altını çizmekteydi. Bu birlik ve beraberlik Şam yönetiminin de muhaliflere yakınlaşması ile gerçekleşecek bir durumdur. Bununla birlikte Türkiye’nin askerî varlığı ve muhaliflere desteği de Şam’ın tüm ülkede sadece kendi iradesini dayatmasının önüne geçmekte ve muhaliflerin masadaki yerini de korumaktadır. Suriye’deki Türk askerî varlığı hem YPG nezdinde otonom bir Kürt yönetiminin bir dereceye kadar önüne geçip Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması yönünde bir katkı sağlarken hem de Rejim güçlerinin muhalif bölgeleri bombalamasının önüne geçebilmektedir. Nitekim Rejim, müzakere önkoşulu olarak Türkiye’nin bölgeden çıkmasını isterken Ankara, ulusal güvenliğini sağlama alana kadar alanda kalmak niyetindedir (42).
Üç garantör devletin bu sürece katılmasının arkasında başka sebepler de vardır. Platform (başarılı olması halinde) garantör devletlere uluslararası alanda bir prestij sağlayabileceği gibi başta Rusya olmak üzere Cenevre Süreci’ni ve bölgedeki dinamikleri kendi öncelikleri bağlamında etkileme imkânı verecektir. İran için ise kendi kazanımlarını ve Suriye üzerinden geçen İran-Hizbullah koridorunu ve Rejim üzerindeki etkisini korumak elzemdir ve bu süreci özellikle bu yönde kullanmak istemektedir. Türkiye açısından üçlü sürece katılmak, Ankara'nın Suriye'deki TSK varlığını meşrulaştırması, Rejim güçlerinin muhalif güçlere yönelik saldırılarını azaltması(43) ve YPG/PYD'nin diplomatik forumlardaki rolünü ve sahadaki varlığını sınırlandırması için bir fırsat olarak değerlendirildi. Örneğin; Ankara, 30-31 Aralık 2017’de 8. Astana Turunda kararlaştırılan ve Ocak 2018’de Soçi’de düzenlenmiş olan Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’nin kurduğu Suriye Anayasal Komitesi’nde Kürtlerin temsilcisi olarak PYD/YPG’nin görülmesini engelleyebilmiştir(44) . Nitekim alanda hiçbir aktör tek başına bir harekat kabileyetine sahip değildir.
04.10.2012 tarihinde TBMM’de kabul edilmiş olup Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) Suriye’de sınır ötesi operasyonlarına yeşil ışık yakan ve 04.10.2013’te tekrar uzatılan tezkerede ise “Suriye kaynaklı açık ve yakın tehditlere” vurgu yapılmakta ve bu tehditler genel anlamda sınırlara yönelik saldırı, bu saldırılardan hayatını kaybeden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları ve Şam’daki yönetimin politikalarından kaynaklı olarak sınırlara yönelik kitlesel göç olarak sunulmaktadır(45). Bununla birlikte Ankara’nın ulusal güvenliğine tehdit olarak gördüğü PKK bağlantılı YPG ve DEAŞ oluşumlarının 2014 yılından itibaren daha görünür olmaya başlaması Suriye ve Irak’taki güç boşluğundan kaynaklanan eş zamanlı bir tehdit algısına dönüşmüştür. Nitekim 02.10.2014’te TBMM’de bir yıllığına kabul edilen ve bu zamana kadar birçok kez uzatılan tezkerede TSK, ulusal ve bölgesel güvenliğe zarar verici PKK ve DEAŞ kaynaklı terör tehditlerine karşı hazır duruma getirilmeye çalışılmış ve “Suriye’de rejimin, dördüncü yılına giren şiddet politikalarının insanî açıdan, bölgesel güvenlik ve istikrar bakımından yol açtığı risk ve tehditler artmaktadır” ibaresi geçirilmiştir(46). Nitekim Ekim 2016’dan itibaren uzatılan TBMM kararlarında (1128, 1162, 1199, 1231,1266 ve 1310) vurgu en çok Suriye ve Irak’ın toprak bütünlüklerinin korunmasının önemine ve etnik (PKK/PYD-YPG) ve mezhepsel (genel anlamda DEAŞ) terörizme karşılık olası sınır dışı askerî operasyonlarda hükümete TSK’yı kullanma yetkisi verilmiş ancak bu kararlarda “Suriye’deki rejim” ifadesine pek rastlanılmamıştır(47). Bunun sebebi 2016’nın Türkiye’nin Suriye politikası bakımından bir dönüm noktası olmasıdır ve Ankara’yı Astana Süreci’ne ortak yapan da bahsi geçen yılda yaşanan hadiselerdir. Fırat’ın batısındaki Rus varlığı ve doğusundaki ABD varlığı Ankara’nın YPG’ye karşı askerî operasyonlarında bu iki ülke ile anlaşmasını zorunlu kılmıştır(48). Astana Süreci işte bu kapsamda Rusya ile bu konuda müzakere edebilmesine de olanak sağlamıştır.
Türk karar alıcılarının Suriye üzerindeki politikalarında bölgedeki gelişmelerin yanı sıra ABD’nin de ülkedeki politikaları etkili olmuştur. Nitekim 2014’te DEAŞ’in daha görünür olması 2015’te ABD’nin Suriye Demokratik Güçleri’ne olan yardımını arttırmış ve 2016-2017 gibi Washington çevrelerinde Rejim karşıtı söylemlerin vurgusu azalmıştır(49). Bunun yerine ana amaç kıyı ötesinden özellikle SDF ve Al-Tanf üssünde askerî varlığı aracılığıyla en kısık askerî ve ekonomik (aynı zamanda politik) maliyetle DEAŞ’e karşı operasyonlar ve İran’ın bölgedeki artan etkisine karşı bir önlem alabilme yeteneğine erişmek olmuştur(50) Ankara genel anlamda ABD’nin bölgedeki varlığından ziyade ABD’nin YPG/PYD’ye olan açık desteğinden fazlasıyla rahatsızlık duymaktadır. Bununla birlikte, Rusya’nın da YPG/PYD ile temaslarının sağlam olduğu bilinmektedir. Nitekim, 31 Mart 2021’de Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Valdai toplantısında şunları ifade etmiştir:
“Demokratik Suriye Güçleri Başkomutanı Sayın Mazlum Abdi ile temaslarımız var. Yardım etmeye hazırız. Ancak kendileri hala Şam'la uzun vadeli ve sürdürülebilir anlaşmalar yapmaya mı yoksa Amerikalıların (orada kalmaya karar verdiklerinden beri) bir şekilde yardım edeceğini ummaya mı güvenecekleri konusunda tereddüt ediyorlarsa, zorla iyi ilişkiler kuramazsınız”(51).
Aynı toplantıda Lavrov, Fırat'ın doğu yakasında aktif bir şekilde faaliyet gösteren ABD’nin buradan elde edilen hidrokarbon, tahıl gibi kaynakların satışından gelir elde ederek yerel yönetimlerin kurulmasına aracı olduğunu ve ayrıca, Suriye'nin Arap komşularının bu bölgelere yatırım yapmasını teşvik edip bölgedeki halkın refahını artırarak Rejimi devirmeyi hedeflediğini ifade etmiştir(52). Nitekim Joe Biden yönetiminin Rejime karşı uyguladığı ambargo da devam etmektedir(53). Bununla birlikte Moskova YPG/PYD üzerinde etki sahibi olmak istemekte ve Rejim ile YPG/PYD’nin arasını bulmaya da çalışmaktadır(54). Moskova ve Tahran’ın rahatsız olduğu konu bu oluşumda ABD etkisinin çok görünür olması ve bu örgüt aracılığıyla ABD’nin bölgede bulunmasıdır. Bununla birlikte Moskova; Şam, YPG ve Ankara arasında bir arabuluculuk mekanizması kurmaya çalışmakta ve Ankara’nın YPG’ye karşı başka bir askerî operasyon yürütmesini de engellemeye çalışmaktadır (55). Bunun yanı sıra Moskova ve Tahran Ankara’nın Suriye’deki askerî varlığını çekmesine yönelik baskı da yapmaktadırlar(56).
Cenevre ve Astana süreçleri gibi Suriye'deki arabuluculuk çabaları, Suriye'deki çatışmanın karmaşıklığını ve güç dinamiklerini yansıtacak şekilde, ilgili aktörlerin çıkar ve gündemlerinden büyük ölçüde etkilenmektedir. Rusya, Türkiye ve İran'ın DEAŞ'la mücadele, silahlı çatışmaların sona erdirilmesi ve bölgede koordinasyon sağlanması gibi ortak çıkarları olsa da motivasyonları ve öncelikleri farklılık göstermektedir. DEAŞ tehdidi azaldıkça çatışan gündemler daha belirgin hale geldi ve Astana görüşmelerinin azalmasına ve üç garantör devlet (Rusya, Türkiye ve İran) arasındaki zirvelerin ve ikili Rus-Türk görüşmelerinin artmasına yol açtı. Bu aktörler değişen dinamiklere uyum sağlayarak ve gündemlerinde esnekliğe öncelik vererek çatışan çıkarların üstesinden gelmeye ve Astana Süreci’ndeki değişen dinamiklere katkıda bulunmaya çalışmaktadır. ABD-YPG ve ABD-İsrail ilişkileri gibi diğer aktörlerin katılımı ve etkileşimleri de Astana sürecinde Rusya, Türkiye ve İran arasındaki dinamikleri önemli ölçüde etkilemiştir. Astana Süreci bir dereceye kadar başarılı olsa da çatışmayı yönetmedeki etkinliği, garantör devletlerin bölgedeki görünüşte çatışan çıkarlarını yönetmedeki çok kırılgan olan uyum kabiliyetlerine bağlıdır.
Astana’da tıkanmalar genel anlamda İdlib konusunda, DEAŞ ve Nusra harici terörist grupların tam belli ve ortak bir şekilde adlandırılamamasında kendini göstermiştir. Bununla birlikte çatışmasızlık bölgelerinden normalleşmeye evrilmeye çalışan süreçte çeşitli zorluklar bulunmaktadır. Bunlardan ilki Ankara, Muhaliflerin yeniden inşa edilecek Suriye’deki konumlarını ve PYD/YPG’ye karşı mücadelesinde kendi güvenlik çıkarlarını garanti altına almak istemekte ve onurlu bir şekilde geçici koruma altındaki sığınmacıları tekrar ülkesine dönebilecek olanakların sağlanmasını istemektedir. Şam ise bu süreçte baştan Türkiye’nin alandan çıkmasını istemekte ve İdlib’i de alarak muhalifleri Türkiye’ye sürme amacını taşıyor görünmektedir. Nitekim olası bir yeniden inşa sürecinde muhalifler yeni oluşabilecek bir sistemde Rejime karşı siyasî ve/ya askerî bir denge unsuru olabilecek duruma da gelebileceği tahmin edilebilir. Aynı zamanda Türkiye, Adana Mutabakatı’nın işletilebilmesi için yeni birtakım güvencelere ihtiyaç duymaktadır ve bu güvencelerin de Şam tarafından karşılanabileceği kuşkuludur. Şam ise TSK’nın tamamen bölgeden çıkmasını istemektedir. Bu bakımdan yakın zaman içinde sorunun çözülebileceği olası görünmemektedir.
([1]) Kareem Shaheen, “Aleppo: Russia-Turkey ceasefire deal offers hope of survival for residents,” 14 Aralık 2016, https://bit.ly/3S88vec
([2]) Şener Aktürk, "Relations between Russia and Turkey Before, During, and After the Failed Coup of 2016." Insight Turkey 21, no.4 (Fall 2019): 97-113. DOI: 10.25253/99.2019214.06.
([3]) Hamidreza Azizi, “Why the Ankara Summit Is Important,” 18 Eylül 2019. https://bit.ly/3SeoS9b
([4]) Kararın tam metnine şu linkten ulaşılabilir: https://bit.ly/3rZHkaD
([5]) Kararın tam metnine şu linkten ulaşılabilir: https://bit.ly/3rZHkaD
([6]) Kazakistan’ın Rusya’daki Büyükelçiliği, “Астанинский процесс,” https://bit.ly/45GqM5r
([7]) Philip Loft, “Syria's civil war in 2023: Assad back in the Arab League,” House of Commons Library, 9 Haziran 2023, https://bit.ly/3Q4gQN9
([8]) T.C. Cumhurbaşkanlığı, “Joint Statement by the President of the Islamic Republic of Iran, the President of the Russian Federation, and the President of the Republic of Türkiye (Tehran, 19 July 2022),” 19 Temmuz 2022, https://bit.ly/3QskPEA
([9]) Ibid.
([10]) Arwa Damon, Ghazi Balkiz ve Laura Smith-Spark, “Raqqa: US-backed forces declare 'total liberation' of ISIS stronghold,” 20 Ekim 2017, https://bit.ly/3Mfrwrd ; Nate Rosenblatt & David Kilcullen, “How Raqqa Became the Capital of ISIS,” Temmuz 2019, https://bit.ly/3MctkkG
([11]) Ömer Önhon, Büyükelçinin Gözünden Suriye, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2021. Sf.300
([12]) Ibid.
([13]) Gregor Jaecke ve David Labude, “De-escalation zones in Syria: Background and status quo of a paradox.” Konrad Adenauer Stiftung (Haziran 2020), https://www.kas.de/documents/252038/7938566/De-escalation+zones+in+Syria.pdf/4a717753-1fff-352b-b6ff-1abba5f7fdb8?version=1.1&t=1592814733641
([14]) Ibid.
([15]) Ibid.
([16]) Ömer Faruk Yıldız, “Suriye Anayasa Komitesi toplantılarının 9. turu ertelendi,” 16 Temmuz 2022, https://bit.ly/3Qq4MXT
([17]) Deutsche Welle, “Rusya'dan "Adana Mutabakatı" çıkışı,” 16 Ekim 2019, https://bit.ly/3s2vZ9U
([18]) İlgili belgeye şu linkten ulaşılabilir: https://bit.ly/409txLh
([19]) Ibid.
([20]) Henry Foy and Chloe Cornish et al., “Idlib: Russia and Turkey dig in for a final Syria battle,” 6 Mart 2019,https://bit.ly/48WAbbX
([21]) Joyce Karam, “Full text of Turkey-Russia memorandum on Idlib revealed,” 19 Eylül 2018,https://bit.ly/495Cc5u
([22]) Gazete Duvar, “Erdoğan'ı Rus basınının hedefi yapan 'Slava Ukraine' sloganı neden tartışmalı?” 4 Şubat 2020, https://bit.ly/3QpDjWl; Euronews, “Erdoğan'ın İdlib çıkışına Kremlin'den yanıt: 'Yükümlülüklerimize tamamıyla uyuyoruz'” 31 Ocak 2020, https://bit.ly/3S9kxE2; T.C. İletişim Başkanlığı, “Cumhurbaşkanı Erdoğan Ukrayna’da,” 3 Şubat 2020, https://bit.ly/3rQzEYs RFI, “A year after Sochi agreement, still no peace in Syria,” 16 Eylül 2019.,https://bit.ly/3s9Pk93
([23]) Deutsche Welle, “İdlib’de büyük savaş artık kaçınılmaz mı?”, 25 Şubat 2020, https://bit.ly/3PXWuoI Deutsche Welle, “Akar: Saldırı Rusya ile koordinasyona rağmen yapıldı,” 28 Şubat 2020, https://bit.ly/46BlXM7
([24]) Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı, “İdlib’de bu gece yarısı itibariyle ateşkes yürürlüğe girecektir.” 5 Mart, 2020, https://bit.ly/3S9kFn0
([25]) Кирилл Семенов, “Сирия: первый год без большой войны,” 15 Aralık 2021, https://bit.ly/46FKrnf
([26]) Serhat Erkmen, “Suriye’de sonun başlangıcı ve yeni dengeler,” 3 Mayıs 2023, https://bit.ly/46C1MgX
([27]) İlgili Memoranduma şu linkten bakılabilir: https://bit.ly/492Ugx1
([28]) BBC Türkçe, “Suriye'de çatışmasızlık bölgeleri mutabakatının içeriğinde neler var?” 6 Mayıs 2017,https://bit.ly/496b06T
([29]) Kutluhan Görücü ve Ömer Özkızılcık, “Uzlaşıdan Kuşatmaya Dera’da Neler Oluyor?” SETA (Eylül 2021), https://bit.ly/3FrNOSJ
([30]) Ömer Önhon, Ibid. sf. 301; https://bit.ly/3tGIUPj
([31]) Gregor Jaecke ve David Labude, Ibid.
([32]) Ibid.
([33]) TASS, “РФ готова выступить посредником между Дамаском и Анкарой по ситуации в Идлибе,” 30 Ekim 2017, https://bit.ly/3FsGgz8
([34]) Asianews.it, “Seventh round of Astana talks: Syrian conflict, military and humanitarian issues,” 31 Ekim 2017, https://bit.ly/495CqcQ
([35]) Sputnik Türkiye, “Esad: Erdoğan'la görüşmeye hazırız,” 12 Mayıs 2019, https://bit.ly/48ZXrpt
([36]) Al Jazeera, “Full text of Turkey, Russia agreement on northeast Syria,” 22 Ekim 2019, https://bit.ly/48UMi9g ; .И. Игоревич, and Ф.Т.Константиновна, “Сирийский Фактор В Российско-ТурецкихОтношениях.” Государственное и муниципальное управление, no.1 (2020): 208-215.; Atay Akdevelioğlu, and Ömer Kürkçüoğlu, “Orta Doğu'yla İlişkiler,” Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, C. II (1980-2001), ed. Baskın Oran (İstanbul: İletişim, 2013), 551-586.; T.C. Başbakanlık, “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suriye Arap Cumhuriyeti Arasında Terör ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı.” TBMM, 9 Şubat 2011, https://bit.ly/471ZIib
([37]) Euronews, “Cumhurbaşkanı Erdoğan: (Esad'la görüşme) Olabilir, siyasette küslük ve dargınlık olmaz,” 23 Kasım 2022, https://bit.ly/3Q8XAOR
([38]) Baraa Khurfan ve Navvar Şaban, Normalizing with the Assad regime, Different Approaches at Different Levels, 20 Nisan 2022, https://bit.ly/46WtJQn
([39]) TASS, “Решение Казахстана о переносе встреч по Сирии стало неожиданностью для РФ, Ирана и Турции,” 21 Haziran 2023, https://bit.ly/45Hcf9E ; Андрей Морозов, “Президенты Сирии и Турции Асад и Эрдоган могут встретиться в присутствии Путина,” 9 Temmuz 2023, https://bit.ly/45ELaUu
([40]) Ahval, “Afrin Day 27: Syria calls on Kurds, Arabs to unite against “Turkish assault”,” 15 Şubat 2018, https://bit.ly/45VIylr
([41]) Serhat Erkmen, “Suriye’de sonun başlangıcı ve yeni dengeler,” Ibid.
([42]) Serhat Erkmen, “Suriye’de değişen ne? Astana dönemi bitti mi? Türkiye bunun neresinde?,” Fikir Turu, 30 Ağustos 2023, https://bit.ly/3SaCOkw
([43]) Simon Speakman Cordall, “Astana talks achieve mixed results although crucial issues broached,” 3 Ağustos 2019, https://bit.ly/402qvsh
([44]) Taha Abdul Wahed, “Astana 8 Sets Sochi Congress Date, Keeps Kurds Away,” 23 Aralık 2017, https://bit.ly/473k9v7
([45]) T.C. Resmi Gazete, “Tbmm Karari Suriye’deki Durumun Oluşturduğu Tehdit Ve Riskler Çerçevesinde Hudut, Şümul, Miktar Ve Zamani Hükümetçe Takdir Ve Tespit Edilmek Kaydiyla, Türk Silahli Kuvvetlerinin Yabanci Ülkelere Gönderilmesi Ve Görevlendirilmesi İle Gerekli Düzenlemelerin Hükümet Tarafindan Belirlenecek Esaslara Göre Yapilmasi İçin, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 04.10.2012 Tarihli Ve 1025 Sayili Karari’yla Hükümete Verilen İzin Süresinin Anayasanin 92’nci Maddesi Uyarinca 04.10.2013 Tarihinden İtibaren Bir Yil Daha Uzatilmasina Dair Karar”. Karar No. 1047, Karar Tarihi: 03.10.2013. Link: https://bit.ly/45HcuBA
([46]) TBMM, “Türk Silahli Kuvvetlerinin Gerektiği Takdirde Sinir Ötesi Harekât Ve Müdahalede Bulunmak Üzere Yabanci Ülkelere Gönderilmesi Ve Ayni Amaçlara Yönelik Olmak Üzere Yabanci Silahli Kuvvetlerin Türkiye’de Bulunmasi, Bu Kuvvetlerin Hükümetin Belirleyeceği Esaslara Göre Kullanilmasi İle Risk Ve Tehditlerin Giderilmesi İçin Her Türlü Tedbirin Alinmasi Ve Bunlara İmkân Sağlayacak Düzenlemelerin Hükümet Tarafindan Belirlenecek Esaslara Göre Yapilmasi İçin Anayasanin 92’nci Maddesi Uyarinca Hükümete Bir Yil Süreyle İzin Verilmesine Dair Karar”. Karar No. 1071, Karar Tarihi: 2.10.2014. Link:https://bit.ly/45KMC7M
([47]) Bahsi geçen kararlara T.C. Resmi Gazete veritabanından sırasıyla şu linklerden ulaşılabilir:https://bit.ly/46WX6Sp;
([48]) Aaron Stein, “What Turkey’s Afrin Operation Says about Options for the United States,” 14 Şubat 2018, https://bit.ly/3tEWYc2
([49]) Jeffrey S Lantis, “Advocacy Coalitions and Foreign Policy Change: Understanding US Responses to the Syrian Civil War,” Journal of Global Security Studies, Volume 6, Issue 1, Mart2021, ogaa016, https://bit.ly/4032Sjm
([49]) Ibid.
([50]) mid.ru (Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanlığı), “Ответы на вопросы Министра иностранных дел Российской Федерации С.В.Лаврова в ходе специальной сессии Международного дискуссионного клуба «Валдай» по Ближнему Востоку, Москва, 31 марта 2021 года,” 31 Mart 2021, https://www.mid.ru/ru/maps/tr/1418786/
([51]) Ibid./
([52]) 16 Mayıs 2023’te ABD Kongresinde kabul edilen Halihazırdaki Şam Rejimi tarafından yönetilen “Suriye Hükümeti'ni tanımaya veya bu hükümetle ilişkileri normalleştirmeye yönelik herhangi bir resmi eylemi yasaklamak ve diğer amaçlar için” oluşturulan Şam’laNormalleşme Karşıtı Yasa’ya bakılabilir:https://www.congress.gov/bill/118th-congress/house-bill/3202/text?format=txt&q=%7B%22search%22%3A%22HR+3202%22%7D&r=1&s=6
([53]) Giorgio Cafiero, “After Trump’s Syria Announcement, YPG Looks To Moscow And Damascus,” 23 Aralık 2018, https://lobelog.com/after-trumps-syria-announcement-ypg-looks-to-moscow-and-damascus/
([1]) Эльнар Байназаров, “Отложенный механизм: Дамаск готов к переговорам с курдами и Анкарой: Что может помешать Турции начать военную операцию на севере Сирии,” 29 Kasım 2022, https://iz.ru/1433225/elnar-bainazarov/otlozhennyi-mekhanizm-damask-gotov-k-peregovoram-s-kurdami-i-ankaroi
([1]) Yıldız Yazıcıoğlu, “Erdoğan ve Putin'in Soçi görüşmesi nasıl sonuçlandı?,” 5 Eylül 2023,https://www.voaturkce.com/a/erdogan-ve-putinin-soci-gorusmesi-nasil-sonuclandi/7254717.html
Bu rapor, Suriye'de Eylül ayında gerçekleşen en önemli siyasî ve ekonomik olaylar ile güvenlik olaylarını ele almaktadır. Bu dönemde Deyrizor’da "Aşiret güçleri" ile YPG arasındaki gerginlik ve çatışmalar devam etti. Aynı zamanda Haseke şehri YPG unsurları ve rejim milisleri arasında birkaç gün süren çatışmalara tanık oldu. Halep kırsalında muhalif gruplar ile "Heyet Tahrir el Şam" arasında silahlı çatışmalar patlak verdi. Güneyde ise Suveyda'da halk gösterileri, bölge halkının ve dini otoritenin geniş katılımıyla devam etti.
Siyasi açıdan Arap İnisiyatifi'nin tıkandığı görünüyor. Çünkü uyuşturucu madde akışı Suriye'den komşu ülkelere devam ediyor ve mültecilerin geri dönüşü konusundaki dosyada hala ilerleme kat edilebilmiş değil. Ayrıca rejimin siyasî süreci destekleme çağrılarına yanıt vermemesi dikkat çekiyor.
Ekonomik olarak Beşşar Esed'in Çin'e yaptığı ziyaret ve onu takip eden ekonomik heyetin ziyareti, Şam’ı yaşadığı ekonomik krizden kurtarabilecek somut sonuçlar üretmedi. Ziyaret Suriye-Çin stratejik işbirliği şeklinde protokol anlaşmalarının imzalanmasıyla sınırlı kaldı.
Rejim, kontrolü altındaki şehirlerde bulunan birçok askerî kontrol noktasını kaldırmaya başladı. Bunlardan en önemlisi Hacip Derbaker'deki barikattı ki bu barikat, Kuneytra vilayetinden Şam'a giden uluslararası yol üzerinde yer alıyordu. Özellikle başkanlık ofislerine ve elçiliklere yakın olanlar olmak üzere Şam ve çevresindeki birçok kontrol noktası da kaldırıldı. Ancak Mahir Esed'e bağlı Dördüncü Tugay'ın askerî barikatlarının, nakliye ve ticaret hareketliliği için ana yollar üzerinde kalmaya devam ettiği ve bulundukları bölgelerden uzaklaşmayı reddettikleri görüldü. Bu kontrol noktaları, askerî birim için önemli bir ekonomik kaynak oluşturmaktadır. Çünkü sivillere, ticaret konvoylarına ve nakliye işlemlerine vergiler ve haraçlar uygulayarak gelir elde ediliyor. Ayrıca uyuşturucu ticareti ve taşımacılığını da kontrol etmektedirler.
Haseke şehrinde, rejim güçleri ile YPG terör örgütü arasında birkaç gün süren silahlı çatışmalar yaşandı. Bu çatışmalar, rejimin güvenlik güçleriile İran'a yakın olan Abdulkadir Hamou liderliğindeki “Ulusal Savunma” milisleri ile YPG arasındaki gerilimden yaklaşık iki ay sonra meydana geldi. Bu gerilim, Hamou'nun Cabur aşiretinin bir şeyhinin saldırısına karıştığı olayın ardından başladı. Çatışmalarda rejim tankları ve topçu birlikleri kullanıldı. Çatışmalar Abdulkadir Hamou'nun ölümüne ve onlarca sivilin yaralanmasına neden oldu. Rejim, operasyonun sona erdiğini ve "kanun dışı bir grup"un saklandığı binaya el koyduğunu açıkladı. Hamou, Haseke'de "Kaptagon Kralı" olarak biliniyordu ve ölümünden önce Ali Memlük ve Baas Partisi liderliğine yönelik yolsuzluk suçlamalarında bulunmuş ve büyük miktarlarda para talep etmişti. Bu tür iç çatışmalar, rejim güvenlik kurumları ve rejime bağlı milisler arasındaki ayrışmalara ve kaynakların paylaşılmasındaki sorunların bir yansımasıdır.
Bu dinamikler ve rejimin sınırların denetlenmesine dair Arap taleplerine yanıt vermemesi nedeniyle Ürdün Hava Kuvvetleri, Suveyda vilayetinin güneyinde uyuşturucu kaçakçılarına karşı hava saldırıları düzenledi. Uyuşturucu kaçakçılığı özellikle dron kullanımı da dâhil olmak üzere kaçakçıların teknolojik araçlarını geliştirmesiyle birlikte Ürdün için güvenlik tehditlerinin önde gelenlerinden biri haline gelmiştir. Geçen ay dron aracılığıyla yapılan bir uyuşturucu kaçakçılığı girişimi Ürdün yetkililerince engellenmişti. Ancak asıl uyuşturucu kaçakçılığı karayolu üzerinden gerçekleşmektedir ve Ürdün bu kaçakçılığın önemli bir kısmını engelleyememektedir.
Diğer taraftan Türk SİHA’larının, YPG'nin orta ve üst düzey liderlerini hedef aldığı saldırılar artarak devam etti. YPG liderlerinden biri olan Haval Aslan ve Haseke bölgesindeki YPG liderlerinden biri olan Ayman Joli dahil olmak üzere birkaç YPG’li komutan etkisiz hale getirildi. Ayrıca Deyrizor’da bazı Arap aşiretleri ile YPG arasındaki çatışmalar devam etti. Çatışmalar, YPG’nin Deyrizor’daki Ziban kasabasını ele geçirmesinin ardından başladı. Kasabanın şeyhi İbrahim al-Hafel, bir grup savaşçıyla diğer bölgelere geçmeyi başardı. Bu nedenle saldırılar şimdi YPG’nin pozisyonlarına yönelik gece saldırılarına odaklanmış durumda. Bu son Arap aşiret isyanı, özerk yönetimin yönetişim gücünün zayıflığını ve yerel
toplumlar ile temsil iddiasındaki yönetim arasındaki güvensizliği yansıtmaktadır. Hâkimiyet alanlarının ve kontrolün korunmasının sabit olduğu bir gerçek olsa da birçok gösterge, Suriye'nin kuzeydoğusundaki güvenlik durumlarının ve askerî manzaranın gelecekte değişebileceğini göstermektedir.
Suriye'nin kuzeybatısında, Sultan Murad Tugayı liderliğindeki İkinci Kolordu ile "Heyet Tahrir el Şam" tarafından desteklenen "Ahrar al-Awlân" ve "Tajammu al-Şehba" grupları arasında sert çatışmalar yaşandı. Bu çatışmalar Humran sınır geçişi ve ondan elde edilen kaynakları konrol etmek, savaş ekonomisinin önemli bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Aynı zamanda "Heyet Tahrir el Şam, desteklediği grupları kullanarak Halep'in kırsal bölgelerindeki nüfuzunu arttırmayı amaçlamaktadır.
Suveyda şehrindeki protesto hareketi ikinci ayına girdi. Ancak bu süre zarfında şehir dışındaki bölgelere yayılmadı. Rejim, protestoların kontrol altında ve sınırlı bir şekilde sadece Suveyda ilini kapsaması koşuluyla askerî müdahaleden veya güvenlik güçlerinin müdahalesinden kaçınma kararını korudu. Suveyda protesto hareketinin genel söylemi, ildeki temel hizmet eksikliği nedeniyle devlet ile rejimi ayrı değerlendirmektedir. Esed rejiminin protesto hareketini cezalandırma amacıyla Şam yolunu kapatma veya su ve elektrik gibi temel hizmetleri kesme gibi adımları atması olasılığına karşın, şehrin kuşatılmasını önlemek için, Suveyda ile Ürdün arasında ekonomik bir geçişin açılmasını talep edilmeye devam ediliyor. Söz konusu geçiş, şehrin ekonomisini canlandırmak, genç Suveydalılara iş fırsatları sağlamak ve rejimin halk taleplerine yanıt vermemesi durumunda gelecek seçeneklerini artırmak amacıyla talep ediliyor.
Uyuşturucu maddelerin Suriye'den komşu ülkelere olan akışının devam etmesi ile mültecilerin geri dönüş dosyasının çözülmemesi ve rejimin siyasî süreci desteklememesi nedeniyle Arap İnisiyatifi'nin bu konuda başarısız olduğu görünüyor. Birkaç Arap ülkesinin yetkilileri, inisiyatifin başarılı olabilmesi için rejimin ciddi adımlar atmamasından rahatsızlık duyuyor.
Beşşar Esed’in Çin'e yaptığı ziyaret bir kaçış denemesi gibi görünüyor ve manevra alanını genişletmeye yönelik bir girişim olarak ortaya çıkıyor. Bu ziyaretin siyasî ve ekonomik dosyalara gerçek bir yansıması olmadığı gibi algı yönetiminden ibaret olduğu görünüyor. Rejime bağlı medya, ziyaretin ekonomik alternatifler arayışı kapsamında olduğunu ve gelecekte büyük Çin ekonomik anlaşmaları ve projelerinin mümkün olduğunu iddia ediyor.
Diğer yandan Suveyda hareketi, Suriye meselesini diplomatik alanda tekrar ön plana çıkardı. Muhalif koalisyonun temsilcileri, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri ve Hollanda Dışişleri Bakanlığının Kuzey Afrika ve Orta Doğu Direktörü ile görüştü. Bu görüşmeler, 2254 sayılı kararın uygulanmasının ve Suriye'de siyasî geçişin gerçekleşmesinin zorunlu olduğu konularına odaklandı. Ayrıca Dürzi topluluğunun dini lideri Şeyh Hikmet el Haceri, birkaç Batılı, Amerikalı yetkili ve diplomat tarafından arandı. Suveyda'nın barışçıl hareketini ve "haklı" taleplerini destekledikleri bildirildi. BM Özel Temsilcisi Geir Pedersen, Suriye'deki görevini yeniden canlandırmak için çaba gösteriyor ancak 9. turun tarihi ve yeri henüz belirlenmedi.
Şam hükümeti ekonomik krizin devam ettiği ve çözümlerin belirsiz olduğu bir durum içindedir. Bu bağlamda Çin ziyareti de ekonomik krizden kurtulma konusunda somut sonuçlar getirmedi. Ziyaret, Suriye-Çin stratejik işbirliği gibi protokol anlaşmaları ve her iki taraf arasında işbirliği niyetini ifade eden belgelerin imzalanmasıyla sınırlı kaldı. Bu anlaşmalar, sadece işbirliği niyetini yansıtıyor ve iki taraf için de bağlayıcılığı olmadığı anlaşılıyor. Nitekim Çin'in, Suriye'ye insanî yardım sağlamaktan daha fazla bir rol üstlenmesi beklenmiyor. Bu durumun birkaç nedeni var; en önemlisi, ABD ve Avrupa'nın Esed rejimine yönelik sert yaptırımları ve siyasi çözümün sağlanmadan büyük projelere başlanmasını engellemeleridir. İlaveten, Suriye'nin güvenlik durumunun kötüleşmesi, coğrafi olarak istikrarsızlık ve yabancı yatırımcıları koruyan ve teşvik eden yasaların eksikliği, Suriye'nin Kuşak ve Yol girişimine katkıda bulunma olasılığını azaltıyor.
İran, Humus ve Banyas'taki mevcut rafinerilerin yanı sıra, günlük 140 bin varil kapasiteli yeni bir petrol rafinerisi inşa etme planını duyurdu. İran'ın bu projeleri Esed rejimini finanse etmeye yardımcı olması bekleniyor. Ancak, Suriye'nin petrol sektörüne uygulanan yaptırımlar ve İran'ın da aynı şekilde yaptırımlara tabi olması, Suriye'deki petrol projelerinin bakımını ve uygulanmasını sınırlandırıyor.
Esed rejimi evsel gaz tüpü fiyatlarını 75 bin Suriye lirasına ve sanayi gazını da 150 bin Suriye lirasına yükseltti. Bu artışın gaz tüpü ve sanayi gazının kara borsadaki fiyatının daha da yükselmesine yol açması bekleniyor. Elektrik fiyatlarının %200 artırılmasının yanı sıra enerji taşıyıcılarındaki maliyet artışlarının üreticiye ve dolayısıyla son kullanıcıya yansıması öngörülüyor. Önümüzdeki haftalarda genel bir enflasyon artışı yaşanabilir.
Suriye pazarlarında ciddi bir bebek mamasına erişim sıkıntısı var ve bu sıkıntı yılın başından bu yana bebek maması fiyatlarında ayrı bir artışa sebebiyet verdi. Bebek mamasının fiyatı 100 bin Suriye lirasına kadar yükseldi. Bebek maması ithal etmek için yetkilendiren 11 farklı şirket bulunmasına rağmen, stokçuluk, döviz sıkıntısı ve merkez bankasının yavaş döviz tedariki gibi faktörler, dışarıdan gelen malzemelerin gecikmeli olarak tedarik edilmesine neden oluyor. Meyve fiyatları ise bu yıl %50 arttı. Tarım maliyetleri, gübre fiyatları, tohum fiyatları ve nakliye ile işçilik gibi maliyetlerinin artması, ayrıca mazot fiyatının litre başına 18 bin Suriye lirasına satılması gibi faktörler bu fiyat artışında etkili oldu.
Suriye'nin kuzeyinde ve doğusunda, YPG ekmek fiyatlarını yakın bir zamanda iyileştirilmesinin ardından, tekrar %200 oranında artırdı. Bu artış, yakıt fiyatlarının %400 arttırılmasının ardından geldi. YPG, üretim maliyetlerinin arttığını iddia ederek temel gıda fiyatlarını artırmaya yöneldi. YPG yaptığı açıklamasında 2022 yılında sözde ‘Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin bütçesinin 1 milyar dolar olduğu ve bütçe gelirleri arasında petrolün en büyük payı oluşturduğunu deklare etti.
Suriye’nin kuzeybatısında yerel meclisler ve diğer yapılar birçok farklı alanda yeni projeleri hayata geçirdiler. Bölgede birçok yol imar edildi, su ve kanalizasyon altyapısı genişletildi, su depoları güneş enerjisi ile çalıştırılmaya başlanıldı ve birçok iş imkanı oluşturuldu. En önemli gelişmeler arasında Suriye Geçici Hükümeti Hazine ve Ekonomi Bakanlığı’nın Halep Üniversitesi’nde ‘Birinci Yatırımcılar Konferansı’nı düzenlemiş olmasıdır. Konferans bölgedeki ekonomik hayatı canlandırmayı, yaşam şartlarını iyileştirmeyi ve yeni iş imkanları sağlamağı amaçlamaktadır. Diğer önemli bir gelişme ise Bab el Hava sınır kapısı üzerinden uluslararası insani yardımları Türkiye üzerinden tekrar bölgeye ulaşmaya başladı.
Suriye’deki elektrik krizi ile ilgili, Halep'in batısındaki yerel meclisler elektrik hizmeti sağlayan şirketle anlaşarak, evsel elektrik kilovat saat fiyatlarını %30 indirim üzerinde mutabık kalmışlardır.
‘Early recovery’ projeleri arasında, HTŞ’ye bağlı ‘Kurtuluş Hükümeti’ tarafından işletilen genel telekomünikasyon kurumu, Halep beldesindeki iletişim ağını yeniden inşa etti ve buna bağlı olarak kasabadaki insanlara internet ve yerel telefon hizmeti imkanı sunuyor. Afrin bölgesine bağlı Bülbül kasabasındaki yerel meclis, su ihtiyacını karşılamak için yeni bir su istasyonunu işletmeye açtı. Bölge nüfusu arttığı için içme suyuna daha fazla ihtiyaç duyuluyordu.
Suriye’nin doğusundaki Deyrizor bölgesindeki Arap aşiretleri terör örgütü YPG’ye karşı ayaklandı. Yaşanan çatışmalar sonucu bölgenin çoğunluğunda geçici olarak Arap aşiretleri kontrol sağlarken bölgeden YPG unsurlarını çıkarmayı başardılar.(1)Akaydat aşiretinin öncülük ettiği ve Bekkara aşiretinin de desteklediği ayaklanma, Suriye’nin kuzeybatısında bulunan veya orada yaşayan aşiret yapıları tarafından desteklendi. Suriye’nin kuzeybatısındaki Arap aşiretlerinin ilerlemesi; Rus hava saldırılarından(2)Esed rejiminin topçu ve zırhlı birliklerinden ve YPG’nin ABD’den aldığı destek ile ekipman üstünlüğü gibi sebeplerden dolayı kalıcı olamadı. Deyrizor bölgesindeyse YPG, karşı saldırı ile kaybettiği tüm bölgelerdeki kontrolü tekrar sağlamayı başardı.(3)
Bu rapor, Arap aşiretlerinin ayaklanma serüvenini ve bir haftalık süre içerisinde yaşanan önemli gelişmeleri kronolojik sırayla ele alacaktır. Akabinde Arap aşiret ayaklanmasına yol açan bölgedeki dinamikleri ortaya koyacaktır. Dinamiklerin ve serüvenin ortaya konulmasının ardından, Arap aşiret ayaklanmasının nereye varacağı ve Deyrizor bölgesi için farklı gelecek senaryoları ele alınacaktır. Toplamında dört farklı gelecek senaryosu ele alınacaktır: (1) Güçlenen YPG otoritesi, (2) istikrarsızlığın artması, (3) DEAŞ’ın güçlenmesi ve (4) yeni ABD politikası.
Raporun sonuç kısmında Deyrizor bölgesi için söz konusu dört gelecek senaryosu olasılık sıralamasına göre sunulacaktır.
YPG’ye karşı Deyrizor bölgesi merkezli Arap aşiret ayaklanması, 28 Ağustos 2023 tarihinde gerçekleşen Deyrizor Askerî Meclis Başkanı Ahmed Hbeyil’in (Ebu Havle) YPG tarafından gözaltına alınıp hapsedilmesi ile başlamıştır. YPG’nin, Haseke’nin güneyinde düzenlediği ve Suriye Demokratik Güçleri (SDG) komutanlarının katıldığı bir toplantı esnasında SDG’nin önemli bileşenlerinden Deyrizor Askerî Meclis Başkanı Ahmed Hbeyil, YPG tarafından hapsedilmiştir(4) Daha sonra toplantının gerçek olmadığı ve Ahmed Hbeyil’i kolayca yakalamak için tertip edildiği anlaşılmıştır. YPG’nin Ahmed Hbeyil’i hapsetmek için kullandığı bu yöntem bölge halkı tarafından bilinen ve daha önce çok kez tecrübe edilmiş bir yöntemdir. YPG’nin Deyrizor’u kontrol altına almasından önce DEAŞ, Arap aşiret liderlerini toplantıya davet eder ve toplantı esnasında hapsederdi. YPG’nin, DEAŞ’ın yöntemini kullanmış olması bölge halkı tarafından ayrıca tepkiye yol açmıştır.
YPG’nin Ahmed Hbeyil’i hapsetmesi aslında son dönemde YPG yönetimi ile Deyrizor Askerî Meclis’i arasında yaşanan gerilimin üstüne gelmiştir. YPG’nin daha önce Ahmed Hbeyil’i görevden alma girişimleri olmuştu. Buna karşın Ahmed Hbeyil’in üyesi olduğu El Bekir aşireti YPG’ye karşı bazı adımlar atmıştı(5)YPG, ilk başlarda bu kararını Ahmed Hbeyil’in yolsuzluk yapmasına ve rüşvet almasına bağlasa da Arap aşiretlerinin ayaklanmasından sonra sebebin Ahmed Hbeyil’in İran ve Esed rejimi ile olan irtibatı ve işbirliği sebebiyle olduğunu açıklanmıştır(6)YPG’nin kurduğu Suriye Demokratik Konseyi eş başkanı Elham Ahmed’in İran’ı suçlamasına karşın(7)YPG’nin siyasî kanadı olan PYD’nin eş başkanı Salih Müslim ise Türkiye’yi suçlamış ve ayaklanmanın Türkiye tarafından organize edildiğini ifade etmiştir(8) İşin daha da ilginci, ayaklanmanın başladığı ilk iki günde YPG’ye bağlı medya organları ayaklanmayı DEAŞ saldırıları olarak lanse etmiş olmasıdır. Kısaca YPG, Arap aşireti ayaklanması için sırasıyla DEAŞ, İran ve Türkiye’yi suçlamıştır ve Arap aşiretlerinin işbirlikçiler olduğunu savunmuştur.
Ayaklanma sürecine geri dönecek olursak Ahmed Hbeyil’in hapsedilmesine müteakip Deyrizor’daki iki büyük aşiret olan Akaydat ve Bekkara aşiretleri, YPG’ye karşı ayaklanma çağrısında bulunmuştur. 29 Ağustos tarihinde başlayan Arap aşiretleri ayaklanması sonucunda, 3 Eylül’e kadar Deyrizor bölgesinin güney kısımları tamamen aşiretlerin kontrolüne geçmiştir ve 100’ün üzerinde YPG militanı gözaltına alınmıştır. YPG karşısında ilerleyen Arap aşiretleri bu dönemde ayaklanmalarının iki temel amacı olduğunu açıklamışlardır. Birinci talepleri, YPG’nin kendi bölgelerinden çıkıp ABD’nin, YPG yerine doğrudan Arap aşiretleri ile çalışmaya başlamasıdır. İkinci talepleriyse Fırat’ın batısında kalan Arap aşiret bölgelerini İran ve Esed rejimi işgalinden kurtarılması ve bunun için ABD desteğiyle Arap aşiret ordusunun operasyon başlatmasıdır(9).
Deyrizor’daki çatışmalara ilaveten 1 Eylül tarihinde Türkiye’nin koruduğu bölgelerden – İdlib, Afrin, Azez, Çobanbey, El-Bab, Cerablus, Tel Abyad ve Rasulayn – YPG’ye karşı Arap aşiretleri hareketlenmiş ve savaş çadırı kurmuşlardır. Cephe hatları üzerinden YPG’ye karşı saldırılar düzenlemişlerdir. Suriye Millî Ordusu (SMO) ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) destek vermediği operasyonlarda Arap aşiretleri, 5 Eylül tarihine kadar dört ayrı cephede ilerleme sağlamış ve YPG’ye ait bazı köy ve tepeleri ele geçirmişlerdir.(10)Ancak daha sonra Rus hava saldırıları(11)Esed rejim unsurların topçu atışları veya YPG’nin karşı saldırıları sonucunda elde ettikleri tüm kazanımları yine aynı gün kaybetmişlerdir. Çatışmalarda YPG’nin gece görüş ekipmanlarına sahip olması ve Arap aşiretlerinde böyle bir donanımın olmaması özellikle gece vakti düzenlenen YPG karşı saldırılarını daha etkin kılmıştır. Kısaca Arap aşiretleri tek başlarına Rus hava saldırıları, rejim topçu desteği ve Amerikan ekipmanları ile desteklenen YPG’ye karşı sadece geçici ve kısa süreli kazanımlar elde edebilmişlerdir.
Kuzey bölgelerinde çatışmalar yaşanırken Deyrizor bölgesinde, 2 Eylül tarihinde YPG’nin kapsamlı karşı saldırısı gerçekleşmiştir(12)Gece vakti – yine gece görüş ekipmanlarıyla – gerçekleşen saldırıda YPG ilerleme kat etmiştir. 5 Eylül tarihine kadar YPG, Arap aşiretleri tarafından kontrol edilen tüm kasabaları geri almış ve bazı köyler hariç bölgedeki kontrolünü yeniden tesis etmiştir.(13)
YPG’nin karşı saldırısının başladığı 2 Eylül’ü 3 Eylül’e bağlayan gece, ABD Ortadoğu Müsteşar Yardımcısı Goldrich ve Uluslararası Koalisyon ‘Operation Inherent Resolve’ komutanı General Vowell Suriye’de YPG/SDG, SDK ve Arap aşiret temsilcileri ile toplantı düzenlemiştir(14)Düzenlenen toplantıya Arap aşiretleri adına YPG’nin belirlediği ve YPG ile çalışan işbirlikçi Arap aşiret üyeleri götürülmüştür. YPG’ye karşı ayaklanan aşiretler üzerinde herhangi bir etki ve yetkisi olmayan aşiret üyeleri ile görüşme gerçekleşmiştir(15) Görüşmenin ardından ABD Suriye Büyükelçiliği hesabından yapılan açıklamada, DEAŞ ile mücadelenin sekteye uğramaması gerektiği vurgulanıp taraflar itidale davet edilmiştir.
5 Eylül tarihinde YPG’nin karşı saldırısının başarılı olması ve Arap aşireti ayaklanmasının lideri olan Akaydat aşireti lideri İbrahim El Hafel’in evi, YPG’li unsurlar tarafından çevrilmesinin ardından Deyrizor’daki El Ömer Petrol Tesisinde Amerikan askerleri arabuluculuğunda YPG ile aşiret güçleri arasında görüşmeler gerçekleşmiştir(16) Görüşmeler sonucunda Arap aşireti ayaklanması son bulmuştur.
Arap aşiretlerinin ayaklanmasını başarılı bir şekilde bastırmasının ardından SDG/YPG’nin sözde genel komutanı Mazlum Abdi, yaptığı açıklamada “Suriye’nin doğusundaki Arap aşiretlerinin taleplerini karşılama sözü veriyoruz. […] Suriye Demokratik Güçleri’ne karşı isyan eden onlarca yerel savaşçının serbest bırakılması yönündeki taleplere saygı duyacağım. […] Deyrizor olaylarına karışanlar için genel af çıkarma kararımız var. […] Arap aşiretleri ileri gelenleri ve Deyrizor’dan temsilcilerle geniş çaplı bir toplantıya ev sahipliği yapma sözü verdik.” demiştir(17)Ancak bu açıklamanın ardından bölgede YPG’ye karşı ayaklanmaya öncülük eden Rida El Avvad Ebu Hasan’ı hapsetmiştir(18)
Yaşanan bu süreç esnasında Türkiye’den üç ayrı açıklama yapılmıştır. Birinci açıklama Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılmıştır(19)İkinci açıklama Dışişleri Bakanı Hakan Fidan tarafından yapılmıştır(20)Üçüncü açıklama da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından yapılmıştır(21) Yapılan üç açıklamada ortak vurgu Arap aşiretlerinin bölgenin kadim halkı olduğu ve onlara karşı uygulanan baskının ve saldırıların yakından takip edildiği yönde olmuştur.
Tarih | Olay |
28 Ağustos 2023 | Deyrizor Askerî Meclis Başkanı Ahmed Hbeyil (Ebu Havle), PKK/YPG tarafından toplantıya davet edilip hapsedildi. |
29 Ağustos 2023 | Akaydat ve Baggara aşiretleri PKK/YPG’ye karşı ayaklanma çağrısında bulundu. |
29 Ağustos – 3 Eylül 2023 | Arap aşiretleri, birçok köy ve kasabayı kontrol altına alıp PKK/YPG’yi bölgeden çıkardı. |
1 Eylül – 5 Eylül 2023 | Deyrizor’daki Arap aşiret ayaklanmasına destek amaçlı, Suriyeli muhaliflerinin kontrolündeki bölgelerde bulunan aşiret mensupları, Menbiç’in kuzeyi ve batısı, Ayn İsa ve Tel Temr’in kuzeyinde PKK/YPG’ye karşı dört ayrı cephe açtı. |
1 Eylül 2023 | Rus Hava Kuvvetleri, PKK/YPG ve rejim unsurları karşısında ilerleyen aşiret güçlerini Menbiç bölgesinde hedef aldı ve ilerlemeyi durdurdu. |
2 Eylül 2023 – 3 Eylül 2023 | ABD Ortadoğu Müsteşar Yardımcısı Goldrich ve Uluslararası Koalisyon ‘Operation Inherent Resolve’ komutanı General Vowell Suriye’de YPG/SDG, SDK ve Arap aşiret temsilcileri ile toplantı düzenledi. Toplantı sonrasında yayınlanan bildiride DEAŞ ile mücadelenin sekteye uğramaması gerektiği vurgulanıp taraflar itidale davet edildi. Arap aşiretleri tarafından yapılan açıklamada, görüşmeye hiçbir Arap aşiret temsilcisinin katılmadığı ve YPG’nin kendisine müzahir kişileri toplantıda temsilci olarak sunduğu vurgulandı. |
2 Eylül 2023 – 5 Eylül 2023 | PKK/YPG, aşiret güçlerinin kontrol ettiği bölgelerin büyük bölümünü geri aldı. |
5 Eylül 2023 | ABD arabuluculuğunda El Ömer Petrol Tesisinde PKK/YPG ile Arap aşiret ayaklanmasının öncüsü Akaydat aşiretinin lideri İbrahim El Hafel ile görüşmeler düzenlendi. |
Arap aşiretlerin YPG karşısındaki ayaklanmasının altında üç temel dinamik bulunmaktadır. Bu üç dinamik;(1) demografik yapı ve YPG yönetim anlayışı, (2) medya algısı ve söylentiler ile (3) YPG’nin ‘alternatifleri engelleme’ stratejisidir.
Deyrizor bölgesindeki Arap aşiretlerinin ayaklanmasının altında basit bir demografik gerçeklik bulunuyor. YPG’nin kontrol ettiği bölgelerde 3 milyon insan yaşıyor. Bölgedeki Suriyeli Kürtlerin oranı yüzde 19,9 iken Arapların oranı yüzde 76,6’dır. Deyr ez-Zor bölgesinde ise iki büyük aşiret bulunuyor: Akaydat ve Bekkara. Akaydat ve Bekkara aşiretlerinin yanında Abid, Kulayin, Şammar, Zubeyd, Duleym, Cabur, Tayy, Ebu Saraya ve El Rifai aşiretleri de Deyr ez-Zor’da bulunuyor.(22)
Suriyeli Kürtlerin çoğunluğu bile YPG’yi desteklemezken Arap aşiretleri üzerindeki YPG tahakkümü sürdürülebilir değildi ve bu durum ayaklanmaya yol açtı.
Aşiret ayaklanmasına öncülük eden ve bölgenin en büyük aşiretlerinden olan Akaydat aşiretinin lideri Şeyh Mutşir el-Hammud el-Ced’an el Hifil, Ağustos 2020’de öldürülmüştü. Yine Ocak 2021’de Akaydat aşiretinin önde gelen isimlerinden Şeyh Hac Talyuş suikast sonucunda hayatını kaybetmişti. 2020’de aşiret liderinin öldürülmesi neticesinde yine bir isyan dalgası ortaya çıkmış, aşiret mensupları aşiretin merkezi Ziyban ve bazı çevre köylerden PKK/YPG unsurlarını çıkarmıştı(23)Bugüne değin yaşanan sorunlar ABD’nin de aracılığıyla bir şekilde çözülmüştü.
Demografik yapının Arap çoğunluklu olmasına ve özellikle Deyrizor’un tamamı Arap aşiret mensuplarından oluşmasına rağmen, YPG’nin kurduğu yönetim anlayışında Araplar yerelden vitrin görevi üstlenen işbirlikçiler haricinde bir görev ve yetki alamıyordur. YPG’nin kurduğu yapıda tüm yönetimler ve tüm idari işler Kandil kadroları tarafından yürütülmektedir(24)Yereldeki insanların kendi bölgelerinde söz sahibi olmamaları ile birlikte, YPG’nin uyguladığı yönetim modeli PKK terör örgütünün kurucusu Abdullah Öcalan’ın savunduğu ‘demoktratik konfederalizm’ modelidir(25)Bu model, radikal Marxist Murray Bookchin tarafından ilk defa ortaya konulmuş ve PKK tarafından benimsenmiştir. Ancak bu model bölgedeki Arap aşiretlerinin gelenekleri ile taban tabana zıttır. Son olarak Deyrizor bölgesinde önemli petrol kaynakları bulunsa da, üretilen petrolden elde edilen gelir bölge halkına hizmet olarak gitmemekte ve PKK/YPG tarafından Suriye’nin kuzeyinde veya Irak’ta kullanılmaktadır(26)
YPG’nin kurduğu yönetim anlayışı Deyrizor halkını kendi ekonomik kaynaklarından mahrum bırakmaktadır. Belirtilen bu ve benzeri birçok sebepten ötürü, Deyrizor bölgesinde YPG karşıtı ciddi bir öfke ve nefret oluşmuştur.
YPG’nin Suriye’de SDG üzerinden kurduğu yapılanmada, YPG’nin kontrol ettiği ve Arap unsurların da içinde bulunduğu bir gerçeklik bulunmaktadır. SDG içerisindeki Deyrizor Askerî Meclisi, Menbiç Askerî Meclisi ve diğer askerî meclisler yerel Arap işbirlikçilerin bulunduğu ve vitrin özelliğine sahip oluşumlardır. Bunlar, resmi olarak YPG’nin başını çektiği SDG’nin birer parçasıdır. Ancak Deyrizor Askerî Meclisi diğer askerî meclislere kıyasen YPG’den görece en çok otonom alan elde eden ve askerî olarak da en güçlü yapıydı. Son dönemlerde – özellikle ABD’deki Hudson Enstitüsünde çıkan bir rapor(27)ve akabindeki haberlerde ABD’nin YPG’den vazgeçip Arap aşiretleri ve Deyrizor Askerî Meclisiyle bölgeye özel bir yapıyla çalışacağı veya çalışması gerektiği argümanı işleniyordu. Söz konusu haberlere göre ABD Deyrizor bölgesinde kuracağı Arap aşiret ordusu Türkiye ve SMO tarafından desteklenecek ve ikinci adımda Fırat’ın batısında kalan İran destekli Şii milisler hedef alınacağı haberleştiriliyordu(28)Operasyonun hedefi Fırat’ın batısını İran’dan temizleyip İran’ın Tehran-Beyrut kara ikmal hattını kesmek olduğu aktarılıyordu. Bu yönde çıkan haberlere karşı YPG’ye müzahir yetkililer açıklamalar yapıp bu haberleri yalanladılar fakat Deyrizor bölgesinde bu haberlerin ve söylentilerin gerçek olduğu yönünde ciddi bir algı oluşmuştu. YPG’nin bir komutanı özellikle Hudson Enstitüsünde çıkan rapora ilişkin açıklama yapmış ve SDG’nin bileşenlerinin birbirinden ayrılamayacağı ve Deyrizor Askerî Meclis’inin SDG’nin bir parçası olduğunu beyan etmiştir(29)
Her ne kadar YPG bu yöndeki haberleri yalanlasa da, belli ki bu siyasat önerisini ve bu yöndeki haberleri tehdit algılamış ve ciddiye almıştır. YPG’nin Deyrizor Askerî Meclis Başkanı Ahmed Hbeyil’i hapsetmesi buna işaret etmektedir. Bu olay YPG’nin bu yöndeki ilk vukuatı da değildir. 2018 yılında YPG benzer bir uygulamayı Rakkalı Liva el Suvvar el Rakka grubu yöneticisi Ebu İsa’ya da yapmıştı.
Zamanında Rakka’yı kontrol eden Özgür Suriye Ordusu grubu Liva el Suvvar el Rakka, Rakka kentini DEAŞ’a karşı savunamamış ve DEAŞ çöllerine geri çekilmiştir. Daha sonra DEAŞ’ın çöllere de gelmesiyle kuzeye kaçmış ve YPG’nin kontrol ettiği Ayn el Arab’a (Kobane) yerleşmiştir. 2014 yılında DEAŞ, Ayn el Arab’a saldırdığında kentte bulunan Liva el Suvvar el Rakka YPG ile beraber DEAŞ’a karşı savaşmıştır. Amerikan hava desteği ile DEAŞ’ın püskürtülmesinin ardından Liva el Suvvar el Rakka ve YPG, SDG’nin öncüsü olan Burkan el Furat yapısını kurmuşlardır. Burkan el Furat yapısı Tel Abyad’ı ele geçirmiş ve YPG ile Liva el Suvvar el Rakka arasında yapılan anlaşma gereğince Tel Abyad üzerinde Suriye devrim bayrağı göndere çekilmiştir. Türkiye, sınır kapısını açmıştır. Daha sonra Liva el Suvvar el Rakka, Tel Abyad bölgesinde Arapları kendi etrafında toplayıp Rakka’ya yönelik operasyon hazırlıklarına başlamıştır. Liva el Suvvar el Rakka’nın güçlenmesinden ve kendisine alternatif olabileceğinden endişelen YPG, 2015 yılında Tel Abyad’ı kontrolü altına almıştır. Daha sonra 2018 yılında Liva el Suvvar el Rakka tekrar hareketlenmeye ve güçlenmeye başlayınca YPG, Liva el Suvvar el Rakka’nın komutanı olan Ebu İsa’yı hapsetmiştir(30)
YPG’nin bu tutumunun basit ve kendisi açısından geçerli bir sebebi bulunmaktadır. Eğer YPG’ye alternatif bir yapı ortaya çıkarsa ABD, YPG ile işbirliği yapmaktan vazgeçip DEAŞ ile mücadele için başka oluşumlarla hareket edebilirdi. Bunu önlemek için YPG, SDG içerisinde tam hakimiyet sağlamaktadır ve YPG’li olmayan unsurların gücünü ve etkisini sınırlı tutmaktadır.
YPG’nin Arap aşiret ayaklanmasına yol açan hapsetme olayından beklemediği ve öngöremediği ise Arap aşiretlerinin bu denli hızlı tepki vereceği ve birleşmeyi başaracaklarıydı. Uzun yıllardır Arap aşiretlerini bölmek için büyük gayret sarf eden YPG, Arap aşiretlerinin birleşip ona karşı ayaklanmasını beklemiyordu. YPG, Arap aşiretlerinin Ahmed Hbeyil’den boşalan koltuğu doldurmak için yarışacaklarını öngörüyordu. YPG’nin bu bağlamda hesaplayamadığı Arap aşiretleri içerisindeki işbirlikçilerin ortadan kalkmasıyla, YPG’ye karşı cephe açmak isteyen Arap aşiret güçleri ile YPG arasındaki tamponun da kalkmış olmasıdır. YPG, alternatif yapıları engellemek isterken kendisi ile aşiretler arasındaki tamponu da kaldırmış oldu ve YPG’ye karşı harekete geçmek isteyen unsurların önü açılmış oldu.
Arap aşiret ayaklanmalarının YPG tarafından askerî yöntemlerle bastırılmasının ardından, bölgede ayaklanmaya yol açan ve sebebiyet veren tüm şartlar ve dinamikler yerini korumaya devam ediyor. Değişen temel dört olgu bulunmaktadır. Birinci olgu ABD’nin söylentileri ve haberlerin aksine YPG’den vazgeçip Arap aşiret ordusu kurma hazırlıkları içerisinde olmadığı görülmüştür. İkinci olgu YPG’nin askerî olarak Arap aşiretlerinden daha güçlü olduğu anlaşılmıştır. Üçüncü olgu ise Türkiye’nin ve Suriye muhalefetinin YPG karşısında Arap aşiretlerine destek vermeye hazır olmadığı veya destek vermeyi tercih etmediği tecrübe edilmiştir. Son olarak ise Rusya ve Esed rejiminin YPG’yi Türkiye’nin koruduğu bölgelerden gelecek olası saldırılara karşı korumaya hazır olduğu görülmüştür. Bu dört ‘tecrübe’ sonucunda gelecek için dört farklı senaryo ortaya çıkmaktadır:
Birinci senaryo YPG’nin tüm bu gelişmelerden daha güçlü bir şekilde çıkmasıdır. Nitekim Arap aşiretlerinin en güçlü olduğu Deyrizor bölgesinde bile YPG karşısında bir başarı elde edilemediyse, Rakka ve Menbiç gibi bölgelerde yaşayan Araplar daha çekingen ve çekimser olabilirler. Buna ilaveten Deyrizor bölgesindeki Arap aşiretleri YPG’nin üstünlüğünü ve ABD’nin YPG’ye olan desteğinin devam ettiğini gördükleri için benzer bir ayaklanmaya yeniden teşebbüs etmeden önce iki kere düşünebilirler. Nitekim Arap aşiretleri YPG karşısında askerî yöntemlerle siyasî bir başarı elde edilemiyorlarsa YPG ile iyi geçinerek ve YPG’ye daha fazla alan açarak siyasî ve ekonomik kazanımlar tercih edilebilirler.
Bu senaryonun gerçekleşmesi için YPG’nin Arap aşiretlerinin kültürel ve geleneksel kodlarına uygun bir şekilde davranıp onların aşiret aidiyetinden gelen şeref ve gururlarını rencide etmemelidir. Ancak YPG’nin ayaklanmayı bastırmak için Süleymaniye’den Lexoman Parastin’i getirmesi(31)ve saflarında yabancı uyruklu savaşçıları kullanması(32)YPG’nin aşiretlerin kültürüne ve geleneklerine saygı göstermediğinin büyük bir işaretidir. Buna ilaveten, YPG militanlarının Deyrizor bölgesinde ‘Biji Serok Apo’ sloganları atması(33)
ve çatışma süresince birçok Arap aşiret üyesinin evlerini basıp rencide edecek bir yöntemle hapsetmesi bu senaryoyu daha az olası kılmaktadır. Örneğin; YPG’nin Arap aşiret üyelerinin evlerine yaptığı baskın yöntemi, ABD’nin Irak’ta Sünni Araplara karşı uyguladığı yönteme benzemektedir. Bu baskın yönteminin Irak’ta yol açtığı sosyolojik, psikolojik ve siyasî sonuçlarının bir benzerini Deyrizor’da da yaşanması, Arap aşiretlerinin YPG ile daha yakın ilişki kurmasından daha olasıdır.
Yukarıda ‘Güçlenen YPG Otoritesi’ kısmında bahsedildiği üzere, YPG’nin ayaklanmayı bastırma sürecindeki uygulamaları ve birçok Arap aşiret üyesinin hayatını kaybetmesi YPG ile Arap aşiretleri arasındaki ilişkiyi kalıcı bir şekilde daha da kötüleştirdiği varsayılabilir. Bu bağlamda Arap aşiret geleneğinde olan ‘intikam’ kültürünün(34) son derece etkin olacağı değerlendirilmektedir. Aşiretlerdeki bu ‘intikam’ kültürü tarihsel süreçte kan davalarına yol açmış ve yıllar süren çatışmalara sebebiyet vermiştir.
YPG’nin Arap aşireti ayaklanmasını askerî yöntemlerle bastırmış olması, Arap aşiretleri nezdinde bir öfke birikimine yol açması muhtemeldir. Bu öfke birikimine ilaveten sosyolojik olarak da önemli bir kırılma gerçekleşmiştir. Deyrizor bölgesinde YPG ile beraber çalışan Arap aşiret mensubu işbirlikçiler pasivize olmuşlardır. En başta Ahmed Hbeyil’in hapsedilmesi YPG ile Arap aşiretleri arasında tampon görevi üstlenen bu işbirlikçilerin ciddi bir güç kaybına uğramasına yol açmıştır. İlaveten YPG ile yaşanan çatışma sonrasında Arap aşiretleri arasından işbirlikçi olarak YPG ile beraber çalışmanın sosyal maliyeti daha da fazla artmıştır. Bu da YPG’nin yeni işbirlikçiler devşirme imkânlarını kısıtlamıştır.
YPG’ye karşı ‘intikam’ kültürünün devreye girmesi ve Arap aşiretleri arasındaki işbirlikçilerin zayıflaması ve YPG’nin işbirlikçi olarak kullanabileceği kişileri oluşturan havuzun daralması Deyrizor bölgesinde istikrarsızlığı sebebiyet vermesi olasıdır. Bu bağlamda Arap aşiretleri askerî olarak YPG’ye karşı mağlup olsalar da, YPG’ye karşı asimetrik savaş yöntemlerini kullanarak bölgeyi istikrarsızlaştırma imkânına sahiptir. Bu bağlamda Deyrizor bölgesi Esed rejimi kontrolündeki Dera bölgesine benzeyebilir(35) Aşiret üyeleri suikastlar ve saldırılar düzenleyerek YPG’nin bölgedeki militanlarını hedef alabilir.
Arap aşiretlerinin YPG’ye karşı ‘intikam’ kültürünü devreye sokmaları ve YPG’nin askerî olarak üstün olduğu anlaşılması DEAŞ’a Deyrizor’da alan açabilir. Nitekim gerilla savaşı yürütmek veya asimetrik savaş yöntemlerini kullanmak için kapsamlı bilgi, tecrübe ve kapasite gerekmektedir. Deyrizor bölgesindeki Arap aşiretlerinin asimetrik savaş yöntemleri bağlamındaki kapasiteleri sınırlıdır. Ancak DEAŞ, asimetrik savaş yöntemleri konusunda çok ciddi ve geniş kapsamlı tecrübeye ve beceriye sahiptir fakat insan kaynağı ve eko-sistem olarak DEAŞ’ın asimetrik savaş kapasitesi ciddi anlamda gerilemiştir.
Bölgedeki Arap aşiretlerinin yaşadığı hayal kırıklığı ve ‘intikam’ kültüründen gelen öfkeleri, Arap aşiretlerinin veya Arap aşiretleri içerisinden münferit şahısların DEAŞ ile işbirliği yapmasının önünü açabilir. Irak’taki Sünni Arap aşiretlerinin Nuri El Maliki döneminde DEAŞ ile işbirliği yapması(36)veya Afganistan’daki halk tabanının ABD güçleri ve Afgan hükümetine karşı Taliban ile işbirliği yapması(37) bunun geçmiş örnekleri olarak gösterilebilir. ABD’nin Afganistan ve Irak’ta yaptığı hatanın aynısını Suriye’de de yaptığı için, Suriye’de de benzer bir sonuç ile karşılaşması mümkündür.
Diğer yandan ise DEAŞ, Arap aşiretlerine tecrübe ve bilgi olarak bir ek kapasite sağlayabilme potansiyeline sahip olsa da, Arap aşiretleri ile DEAŞ arasında da ciddi bir husumet bulunmaktadır. Örneğin; 2014 yılında DEAŞ Akaydat aşiretine bağlı Şaytat aşiretinden 700 kişiyi bir günde infaz etmişti(38)Buna ilaveten DEAŞ’ın ciddi olarak güç kaybetmiş olması ve sözde halifelerinin sürekli olarak öldürülmesi(39) örgütün hem prestijini hem de kapasitesini ciddi anlamda yıpratmıştır. DEAŞ’ın güçlü olduğu dönemde başına ne geldiğini ve ne yaptığını yakından gören Arap aşiretleri DEAŞ ile işbirliği yapmaya uzak duracaktır. Ancak bu DEAŞ’ın bazı Arap aşiret gençlerini devşirme veya Arap aşiretleri içerisinde bazı işbirlikçileri bulma potansiyelini artırdığı gerçeğini de değiştirmeyecektir. Bu bağlamdaki tek soru DEAŞ son durumdan ne denli faydalanabileceğidir ve bu sorunun cevabını Arap aşiretleri verecektir.
Son alternatif bir senaryo olarak ABD’nin Suriye’deki politikasını değiştirmesidir. Her ne kadar bu yönde emareler görülmese de ABD’nin Suriye politikası sürdürülebilir değildir. ABD’ye ciddi bir teklifin gitmesi durumunda ABD’nin Suriye’de alternatif yaklaşımları değerlendirme imkânı bulunmaktadır. Nitekim Arap aşireti ayaklanması ABD’li yetkililere Suriye’deki politikanın sürdürülebilir olmadığını ve ABD’nin yaklaşımı sadece günü kurtarmak üzerine kurguladığını hatırlatmıştır. Eğer Amerikan yetkilileri günü kurtarma politikalarının artık işe yaramadığını ve Suriye’deki gerilimi sınırlı tutamayacaklarını görürse yeni bir politika benimseyebilirler.
ABD’nin Suriye’de yeni bir politika belirlemesinde kilit bölge ve kilit aktör Deyrizorlu Arap aşiretleridir. ABD’nin Arap aşiretlerini YPG’den ayırıp bu bölgede alternatif bir yapılanma kurma ve bu yapılanmayı Türkiye’nin ve Suriye muhalefetinin desteği ile güçlendirme imkânı bulunmaktadır. Bu alternatif senaryoyu hayata geçirerek ABD, Suriye’de YPG’den kopuşun ilk adımını atabilir.
Ancak YPG’nin elinde bulunan yüzlerce DEAŞ mahkûmu ve binlerce DEAŞ aile üyesinin ne olacağı ve bu insanların hapsedildikleri hapishaneler ve kamplara ne olacağı sorusu(40)
ABD’nin alternatif politikaları benimsemesinin ve değerlendirmesinin önündeki en büyük engeldir. O yüzden yeni bir Suriye politikası için ABD’nin sadece yerel ortak alternatifine değil, aynı zamanda DEAŞ mahkûmları ve aileleri için de bir alternatife ihtiyacı bulunmaktadır. An itibariyle ABD’nin kendisi bir alternatif bulmadığı gibi ABD’ye de dışarıdan sunulmuş bir alternatif kamuoyunca bilinmemektedir.
Deyrizor merkezli ve Akaydat aşiretinin önderliğinde YPG’ye karşı başlayan Arap aşireti ayaklanması temelde üç dinamiğin üzerinde gelişmiştir. Birinci dinamik YPG’nin kontrol ettiği bölgelerdeki demografik yapı ve YPG’nin Arap çoğunluklu nüfusun üstünde kurduğu idarî yapılanmadan olan rahatsızlıktır. İkinci dinamik ise Deyrizor bağlamında basına yansıyan söylemlerin önünün alınamaması ve YPG’nin bu söylemlerden ciddi bir tehdit algılamasıdır. ABD’nin YPG’den vazgeçip Deyrizor’da Türkiye ve SMO’nun da desteğiyle Arap aşireti ordusu kuracağı söylentileri son dönemde yayılmıştır. Üçüncü dinamik ise YPG’nin kendisini ABD için tek alternatif olarak sunma stratejisi ve bu stratejisinin bir gereği olarak oluşabilecek alternatifleri mutlak surette engellemektedir. Böylelikle ABD’yi kendisine bağımlı tutmaktadır. Deyrizor Askerî Meclis’i – daha önce Liva el Suvvar el Rakka örneğinde olduğu gibi – YPG tarafından bir alternatif oluşturabilecek unsur olarak görülmüş ve bu tehdit bertaraf edilmiştir.
Belirtilen bu üç temel dinamikten ötürü başlayan Arap aşireti ayaklanması YPG’nin askerî üstünlüğü ile sonuçlanırken bölgenin geleceğine dair dört farklı senaryo öne çıkmaktadır. Bu dört senaryoyu, olasılığı en düşükten en yükseğe ele aldığımızda en düşük ihtimalli senaryo DEAŞ’ın bölgedeki son durumdan istifade edip kendisine Arap aşiretleri arasında bir yaşam alanı bulmasıdır. İkinci en düşük ihtimalli senaryo ise ABD’nin Suriye’de politika değişikliğine gitmesidir. ABD’nin YPG’den vazgeçip Türkiye ve Suriye muhalefeti ile birlikte Deyrizor bölgesinde YPG’den bağımsız yeni bir yapılanma kurma ihtimalidir. Ancak bu senaryonun gerçekleşebilmesi veya ABD tarafından ciddi olarak değerlendirilmesi için YPG’nin elindeki DEAŞ mahkumları ve DEAŞ ailelerinin ne olacağı sorusunun cevabı belli olmalıdır. Üçüncü ve daha olası senaryo ise YPG’nin bölgedeki otoritesinin güçlenmesidir. YPG’nin askerî üstünlüğünü göstermiş olması ve ABD’nin Arap aşiret ordusu kuracağı söyleminin gerçek olmadığının görülmesi YPG’nin otoritesini daha sağlamlaştırmasına yol açabilir. Son ve en olası senaryo ise Arap aşiretlerin ‘intikam’ kültürünün devreye girmesi ve Arap aşiret geleneklerinden gelen kodların devreye girmesidir. Eğer bu gerçekleşirse bölgedeki Arap aşiretleri YPG’ye karşı asimetrik yöntemlerle saldırılar düzenleyecektir. Deyrizor bölgesi giderek istikrarsızlaşacak ve Esed rejiminin kontrol ettiği Dera bölgesine benzeyecektir.
Bu rapor, Suriye'de ağustos ayı boyunca meydana gelen önemli siyasî ve ekonomik olaylar ile güvenlik olaylarını ele almaktadır. Deir ez-Zor'da "Deir ez-Zor Askerî Konseyi"nin çözülmesi ve YPG tarafından liderlerinin tutuklanması sonucu bölgedeki gerilim arttı. Bu gelişmeler, bölgenin yerel yönetimini temsil eden bir yönetim kurulması talebinde bulunan Arap aşiretleri ile YPG terör örgütü arasında şiddetli çatışmalara yol açtı. Güneyde, Suveyda ilinin tamamını kapsayan geniş halk gösterileri, bölgenin insanları ve dinî liderlerin katılımıyla gerçekleşti. Göstericiler, 12 yıl boyunca rejimin halkın taleplerini karşılayamamasından dolayı BM Güvenlik Konseyi 2254 sayılı kararı gereği siyasî bir geçiş çağrısında bulundu
Rapor ayrıca ekonomi bölümünde, ekonomik krizi çözme girişimlerinin temel tüketim mallarının fiyat artışını aşması nedeniyle başarısız olduğunu göstermektedir. Bu artışlar sonucu beş kişilik bir ailenin Suriye'de yaşam maliyeti, 10,3 milyon Suriye lirasından fazla bir seviyeye yükselmiştir. Ayrıca ülkenin 2023 yılı boyunca buğday ihtiyacını karşılamak için yaklaşık 2 milyon ton buğday eksikliği ile karşı karşıya kaldığı bildirilmektedir.
Arap İletişim Komitesi, Kahire'deki bir toplantının ardından, Anayasa Komitesi'nin toplantılarını yıl sonunda Umman'ın başkenti Muskat’ta olacak şekilde yeniden başlatma niyetini açıkladı. Ancak muhalefet Anayasa Komitesi'nin, toplantıların yapılacağı yerin değiştirilmesi konusunda resmî bir karar almamıştır. Bu karar, Suriye meselesine yaklaşım oluşturma çabalarının bir parçasıdır ve birkaç Arap ülkesinin liderliğindeki Arap yaklaşımını oluşturmayı amaçlamaktadır. Bu yaklaşım, krizin bölgesel güvenliğe olan etkileriyle ilgili güvenlik tehditleriyle başa çıkmayı hedeflemektedir. Bunlar; Captagon ticareti, İran etkisi ve sınırları aşan milislerdir. Bu, Arap Bakanlar İletişim Komitesi tarafından IŞİD tehdidine karşı mücadeleyi sürdürmek için Suriye ile ilgili ülkeler ve Birleşmiş Milletler arasındaki iş birliğini yoğunlaştırma çağrısının net bir göstergesiydi.
Diğer yandan, bir televizyon röportajında Beşar Esed, Arap girişimlerinin önemini küçümsedi ve politik ilişkilerin destek sağlanmadan yetersiz olduğunu vurguladı. Bu destek, bölge için bir endişe kaynağı haline gelen uyuşturucu ticaretiyle mücadele de dahil olmak üzere, "Suriye Devletinin" gücünü yeniden kazanmasına ve yükümlülüklerini yerine getirmesine yardımcı olması gerektiğini savundu. Ayrıca mültecileri geri kabul etmek için önce uygun bir ortamın oluşturulması gerektiğini vurguladı. Beşar Esed, Arap ülkeleriyle olan ilişkilerde ilerleme sağlayabilecek tavizlerin mümkün olup olmadığına dair herhangi bir emare sunmadı. Dış komploların tekrarı ve halk talepleriyle başa çıkmak için güvenlik odaklı yaklaşımın doğruluğunu ısrarla sürdürdü. Esed’in röportajından Arap devletleri ile olan normalleşme sürecinin Şam açısından ekonomik çıkar elde etme arzusuyla gerçekleştiği anlaşıldı.
Kontrolü altındaki bölgelerde yaşanan yaşam koşullarının kötüleşmesinden kaynaklanan halk öfkesini dindirme ve yumuşatma girişimlerinin bir parçası olarak Esed, temmuz ayının sonunda Duveyir Raslan kasabasında bazı öfkeli sakinler tarafından saldırıya uğrayan Tartus valisini görevden aldı. Atanan yeni vali, emekli Albay Feras Ahmed al-Hamid, rejimin güvenlik kollarının önde gelen liderlerinden birisidir ve Suriye halkına yönelik yaygın insan hakları ihlallerinde bulunmuştur. İşlediği suçlardan ötürü Batı’nın yaptırım listelerinde bulunmaktadır. Bu, rejimin ortaya çıkan sorunları kökünde çözmek yerine makyaj unsurları ile günü kurtarmaya çalışmaya devam ettiğinin bir göstergesidir.
Aynı bağlamda ve Esed'in politikalarının başarısızlığını teyit ederek Güney Suriye, özellikle Suveyda vilayetinde, son yılların en büyük toplumsal gösteriler yaşanmaktadır. Protestoların nedenlerinden biri ekonomik faktörlerdir. Ancak mevcut dinamikler, coğrafi kapsam açısından farklılık göstermektedir. 48 ayrı noktada gerçekleşen gösterilerde bedevî aşiretlerin yanı sıra dinî otoritelerin de katılımı oldu. Gösteriler, Esed rejiminin şehirde iç istikrarsızlar oluşturup yönetim otoritesini sağlamlaştırma politikasının bir sonucu olarak çıktı. Esed rejimi, Suveyda halkı ve aşiretler arasında anlaşmazlık çıkarıp yerel çeteleri aracılığıyla bölgenin güvenliğini tehdit eden bir istikrarsızlığa yol açtı. Suveyda'yı yerel barışın garantörü olarak devletin müdahalesine ihtiyaç duyan bir şehir olarak sunmaya çalıştı. Nitekim Suveyda, demografik ve siyasî olarak özel bir konuma sahiptir ve rejimin etki alanı burada sınırlıdır. Rejimin oluşturduğu bu çeteler aynı zamanda Captagon üretimine ve kaçakçılığına neden oldu ve rejim bunları Ürdün sınırından dünyadaki farklı noktalarda sattı.
Suveyda'daki durumun nereye doğru evrileceği konusu gösterilerin, Suveyda şehri ile sınırlı kalması ve rejim kontrolündeki diğer bölgelere yayılmaması, rejimin "hiçbir girişim" fikrini benimsemesi ve protestoların iradesini kırmak için zamana güvenmesi öne çıkmaktadır. Alternatif olarak rejim, şehirdeki sakinleri kışkırtarak veya hareketin bazı sembollerine suikast düzenleyerek yerel çeteleri aktif hale getirebilir. Bu alternatif özellikle Captagon kaçakçılığı rotaları göstericiler tarafından tehdit edilirse öne çıkabilir.
"Rutin diplomasi" bağlamında Koalisyon Başkanı, Fransız Dışişleri Bakanı'ndan bir mektup aldı. Bu mektupta, Suriye'deki siyasî geçişin gerekliliği ve Fransa'nın önceliklerinden birinin Suriye'deki savaş suçlularının hesap verilmesi olduğu konusunda Fransa'nın tutumu yeniden teyit edildi. Ayrıca muhalefet kurumlarının iç yapısından Bedir Camus, tekrar Suriye Yüksek Müzakere Heyeti’nin başkanı olarak seçildi.
Suriye'nin çeşitli bölgelerinde güvenlikle ilgili gelişmeler arttı. Kuzeybatıda, İdlib'in güney kırsalındaki Zaviya Dağı ekseninde, "Feth El Mubin" fraksiyonları ile Esed rejimi güçleri arasında şiddetli çatışmalar yaşandı. Çatışmalar, muhalefet güçlerinin kendi bölgelerinden Esed unsurlarının ana toplama alanına kadar uzanan bir alanda tünel kazmalarından dolayı bir kara operasyonu ile başladı. Tünelin patlatılması sonrasında muhalif güçler, rejimin bölgedeki noktalarını ele geçirdi. Bu sırada Rus uçakları, rejimin kaybettiği noktaları geri alması için rejim unsurlarına hava desteği sağladı. Üç gün süren çatışmalar rejim unsurlarından onlarca ölü, muhalefet savaşçılarından ise yedi kayıpla sonuçlandı.
Doğu Suriye'de, YPG tarafından Deir ez-Zor Askerî Konseyi lideri Ahmed al-Khabil’in (Ebu Havle) görevden alınmasının ardından bölgede aşiretler ile YPG arasında çatışmalar yaşandı. Al-Khabil ve diğer SDG liderlerin, Hassakah şehrine yakın bir yerde toplanmaları esnasında Al-Khabil hapsedildi. YPG’ye karşı ayaklanma çağrıları ve tutuklanmış konsey liderlerinin serbest bırakılmasını talep eden gösteriler, YPG’nin ateş açması ile patlak verdi ve çatışmaya dönüştü. Şiddetli çatışmalar ilk önce Deir ez-Zor'un kuzeyindeki Azba ve al-Haseen kasabalarında patlak verdi ve yollar kesildi. Bu da YPG üyelerini askerî noktalardan ayrılmaya zorladı ve karargahlarında sığınmalarına neden oldu.
YPG’nin, protestoculara karşı şiddet kullanması diğer aşiretlerin çatışmalara katılmasına neden oldu. Örneğin; Akaydat aşireti… Bu da çatışmaların Deir ez-Zor'un doğu kırsalını içeren daha geniş bir bölgeyi kapsayacak şekilde yayılmasına yol açtı. Bu, YPG’nin kurduğu SDG ve "Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi" projesinin geleceğini gerçek bir test olarak göstermekte ve örgütün bölgedeki nüfuz ve kontrol haritalarını sorgulatmakta.
Diğer yandan rejim kontrolündeki bölgelerde, özellikle başkent Şam ve çevresinde, güvenlik ihlalleri artmaktadır. Mecemeya şehrinde bomba yüklü bir araç patlaması yaşandı. Aynı şekilde Kuneytra ilçesinde rejim subaylarını hedef alan bir saldırı yaşandı. Bu, mayıs ayından bu yana Şam ve çevresi ile diğer illerde yaşanan bir dizi saldırının ardından, rejimin güvenlik yeteneklerinin zayıflığına işaret etmektedir. Bu, rejimin özellikle düzensiz milis gruplarına dayanma eğilimini artırırken aynı zamanda IŞİD'in etkinliğinin arttığını göstermektedir. İsrail'in, Esed rejimi unsurlarına ve İran ile ilişkilendirilen milis gruplara hava saldırıları düzenlemeye devam etmesi de güvenlik açısından önemli bir faktör olarak öne çıkıyor.
Beşar Esed, Suriye'deki kamu sektöründe çalışan sivil ve askerî personelin maaşlarını Eylül 2023'ten itibaren %100 artıran bir yasa tasarısını onayladı. Ayrıca bazı gruplara maaşların %50'sini temsil eden bir nakit hibe ekledi. Yakıt fiyatlarını artırdı. İçme suyu desteğini keserek özellikle suyun metreküp başına tarifesini yükseltti. En düşük seviyede %400'e kadar zam yaşandı. Artan oranlarla Suriyeli halkın çoğu mal ve hizmetlerde %300'ü aşan bir fiyat artışıyla karşı karşıya kaldı. Beş kişilik bir Suriyeli ailenin yaşam maliyeti, "Qasioun Gazetesi" endeksine göre, temmuz ayında 6.5 milyon Suriye lirası iken, bu artıştan sonra 10.3 milyon Suriye lirasına çıktı. Memur maaşlarına yapılan zam ile ortalama maaş 200 bin Suriye lirası, bir ailenin yaşam maliyetinin çok altında kalmaya devam etmektedir. Rejim maaş artışlarını, yakıt, su ve elektrik giderlerine verdiği desteği kaldırarak finanse etti ve yıllık olarak destek kaldırma politikası ile 5 trilyon 400 milyar Suriye lirası tasarruf etti. Bu politikalar, liranın sürekli olarak dolar karşısında değer kaybetmesine neden oldu ve resmî kambiyo oranı, doları 10,900 Suriye lirası olarak sabitlerken vatandaşların satın alma gücünü azalttı. Bu da maaş artışlarının işe yaramaz hale gelmesine neden oldu ve halkın yoksulluğunu ve geçim sıkıntısını artırdı. Ayrıca bu durum ekonomik yönetimin krize, etkili olmayan çözümlerle yaklaşmasının bir göstergesi olarak görülebilir.
Esed rejimi, ekonomik yakınlaşmayı teşvik etmek için Suriye topraklarına yönelik yatırımları daha cazip hale getirmeye yönelik bir adım attı. Bu adım 2011'den bu yana Suriye'de dış yatırımların durmasının üzerine geldi. Rejim, Suudi yatırımcılara ait olan iki şirkete fosfat, gübre ve çimento sektörlerinde yatırım yapma izni verdi. Bunun karşılığında, Suudi Arabistan, rejim güçlerinin bölgelerinden gelen kamyonların Suudi topraklarına girmesini sınırladı ve mevcut şartlarını yerine getirmeyen kamyonlara yönelik belirli şartlar talep etti. Bu da İdlib'e yönelik sebze, meyve ve diğer çeşitli ürünlerle yüklü yüzlerce kamyonun Nusaybin sınır kapısında beklemesine neden oldu.
Ekonomik krizle başa çıkmak için, sözde “Suriye Kuzeydoğu Özerk Yönetimi”, kamu sektöründe çalışan sivil ve askerî personelin maaşlarını %100 artırarak, asgari ücreti 1,040,000 Suriye lirasına yükseltti ve en yüksek ücreti 8,222,000 Suriye lirası yaptı. Ayrıca ısınma için kullanılan mazot fiyatlarını artırdı ve her ev için kış aylarında 300 litre mazot tahsis etti. Erken iyileşme projeleri kapsamında, Kamışlı şehrini M4 uluslararası yoluna bağlayan "Ambara" yolunun %90'ı tamamlandı ve 2023 yatırım projeleri kapsamında yol inşaat bütçesi yaklaşık 794,633 dolar olarak belirlendi. Ekonomik düzenlemeler ve kontrol tedbirleri çerçevesinde, özel para değişim şirketleri ve bürolarının asgari sermaye gereksinimlerini belirleyen "Para Değişim ve Transfer İşlerinin Düzenlenmesi" yasasını çıkardı. Benzer şekilde, değerli metallerin ticaretini ve üretimini düzenleyen "Değerli Metallerin ve Mücevherlerin Ticaret ve Üretimi" yasasını onayladı. Altın, gümüş ve diğer değerli taşların ticaretini ve üretimini yapabilmek için "Merkezi Maliye ve Ödemeler Ofisi"nden izin şartı getirdi. Ayrıca aklama ile mücadele yasasının 66 maddesini içeren taslağı onayladı.
Suriye'nin kuzeybatısındaki diğer bir gelişme, HTŞ’nin kurduğu "Kurtuluş Hükümeti" tarafından yönetilen bölgelerde benzin ve ev tipi gaz fiyatlarının artması oldu. Bu karar, Şam'ın kontrolündeki bölgelerde benzinin tükenmesinin üzerinden iki haftadan fazla süre geçmesinden sonra geldi.
Yatırımı teşvik etmek için Suriye Geçici Hükümeti, Suriye'nin kuzeyindeki kurtarılmış bölgelerde yatırım konferansı düzenlemeyi amaçlayan bir ön hazırlık toplantısı düzenledi. Aynı zamanda İdlib, Cerablus, Bizaah ve Mare şehirlerinde birkaç kamu konut projesi tamamlandı.
Türkiye ile Şam arasında 2011 yılından bu yana ilk defa doğrudan bakanlar düzeyinde görüşmeler gerçekleşti ve müzakereler oldu. İlk önce İstihbarat Teşkilatları Başkanları ve Savunma Bakanları’nın Rusya arabulucuğunda başlayan görüşmeler, daha sonra Dışişleri Bakanları seviyesinde de devam etti. Türkiye’deki seçimlerden önce İran’ın da sürece dâhil olmasıyla dörtlü zirveye dönüşen sürecin ilk çıktısı tarafların yol haritası belirleme üzerinde mutabık kalmaları oldu. Esed rejimi açısından görüşmelerin ilerleyebilmesi için iki ön şart bulunmaktadır. Birincisi, Türkiye’nin Suriye’den askerlerini çekmesidir. İkincisi ise, Türkiye’nin Suriye muhalefetine olan desteğine son vermesidir. Türkiye açısından ise bu görüşmelerin iki artı bir ana maddesi bulunmaktadır. Bunlar; Suriyeli sığınmacıların Suriye’ye geri dönüşü, terörle mücadelede YPG’ye karşı işbirliği ve üçüncü madde ise Suriye’de siyasî çözümün sağlanmasıdır.
İran ve Rusya’nın arabuluculuğunda yürüyen Ankara-Şam görüşmeleri aslında Astana sürecinden, Moskova sürecine bir geçişi de bir nevî temsil etmektedir. Astana sürecinde Türkiye, İran ve Rusya garantörlüğünde Esed rejimi ve Suriye muhalefeti müzakere ederken yeni süreçte Türkiye, Rusya, İran ve Esed rejimi dört taraf olarak müzakereleri yürütmektedir. Görüleceği üzere Suriye muhalefeti Astana sürecinin aksine dörtlü zirvede yer almamaktadır.
Bu rapor Suriye muhalefetinden 9 kişi ile mülakat düzenleyerek elde edilen bilgileri toparlayıp sunmaktadır. Söz konusu dokuz görüşmecinin üçü muhalefetin askerî kanadından, üçü siyasî kanadından ve diğer üçü de aktivistlerden oluşmaktadır. Siyasî ve askerî kanadın yanında aktivistlerin de bir paydaş olarak belirlenmesi, aktivistlerin Suriye’deki halk ayaklanmalarında oynadıkları rol ve Suriye halkının görüşlerini yönlendirmedeki ehemmiyetine binaendir. Suriye dosyasını yakından takip edenlerin bileceği üzere, aktivistlerin oluşturduğu toplumsal baskı siyasî ve askerî kanattaki Suriye muhalefetini sınırlandırma veya yönlendirme gücüne sahiptir. Toplumsal olarak bir olayın kabul edilmesi veya reddedilmesinde aktivistler son derece etkindir. Kendilerini de Suriye devrimin dolayısıyla Suriye muhalefetinin bir parçası olarak görmektedirler.
Dokuz kişilik örneklemin küçük olmasından dolayı belirlenen dokuz kişi, Suriye muhalefetini temsil etme kapasitesine uygunluk bağlamında seçilmiştir ve olabildiğince yüksek bir temsiliyet gücüne dikkat edilmiştir. Dokuz görüşmeci ile yapılan mülakatların birinci kısmında görüşmecilere bazı yorumlar okunmuştur ve bu yorumlara hangi ölçüde katıldıkları [katılıyorum, biraz katılıyorum, biraz katılmıyorum, katılmıyorum] sorulmuştur. İkinci kısımda ise birinci kısımdaki konu başlıklarına ilişkin açık uçlu sorular sorulmuş ve yarı yapılandırılmış derinlemesine mülakatlar gerçekleştirilmiştir. Bu rapor, mülakatlardan elde edilen veriler ışığında Suriye muhalefeti perspektifinden Ankara-Şam görüşmelerini ele almıştır.
Dokuz görüşmeci ile yapılan mülakatların birinci kısmında bazı yorumlar ifade edilmiş ve görüşmecilere bu yorumlara ne ölçüde katıldıkları sorulmuştur. İkinci kısımda daha detaylı ve derinlemesine bir mülakat gerçekleştirilmiştir
Ankara ile Şam arasındaki görüşmelere ilişkin genel görüşleri ve beklentileri sorulduğunda beklenenin aksine, Suriye muhalefeti bileşenlerinin görüşmenin varlığını kısmen de olsa olumladıkları görülmektedir. Nispeten askerî bileşenler siyasî bileşenlere göre görüşmelere ilişkin daha şahin bir tutum içinde oldukları anlaşılmaktadır [biraz katılıyorum: 4 (AK,Sİ,Sİ,A), biraz katılmıyorum: 1 (AK), katılmıyorum: 4 (AK,Sİ,AS,AS)]. Özellikle Türkiye’nin Suriye muhalefetinden vazgeçmediği sürece, Ankara ile Şam arasındaki görüşmeleri kabul etmeleri daha kolay olduğu belli olmaktadır [biraz katılıyorum: 7 (AK,Sİ,Sİ,Sİ,AS,AS,AS), biraz katılmıyorum: 1 (AK), katılmıyorum: 1 (AK)]. Aktivistler, Türkiye’nin Esed rejimi ile görüşmesinin Türkiye’deki seçimlerle ilişkilendirirken, siyasî ve askerî kanat buna katılmamaktadır [katılıyorum: 2 (AK,AS), biraz katılıyorum: 2 (AK,AK), biraz katılmıyorum: 2 (Sİ,AS), katılmıyorum: 3 (Sİ,Sİ,AS)]. Ancak Ankara-Şam görüşmelerinin Türkiye’nin önemli bir politika değişikliğine işaret ettiği de düşünülmemektedir [katılıyorum: 2 (AK, AS), biraz katılmıyorum: 3 (AK,AK,Sİ), katılmıyorum: 4 (Sİ,Sİ,AS,AS)].
Görüşmelere ilişkin bazı beklentiler sorulduğunda, Suriye muhalefeti bileşenlerinin çok net öngörüleri olduğu görülmektedir. Türkiye’nin Suriye’den askerini çekmeyeceğine dair kesin bir beklenti bulunmaktadır [katılıyorum: 8 (AK,AK,Sİ,Sİ,Sİ,AS,AS,AS), biraz katılmıyorum: 1 (AK)]. Benzer bir şekilde, Türkiye’nin Suriye muhalefetinden vazgeçeceği kabul edilmemektedir [biraz katılıyorum: 1 (AK), biraz katılmıyorum: 3 (AK,AK, AS), katılmıyorum: 5 (Sİ,Sİ,Sİ,AS,AS)]. Esed rejiminin iki temel ön şartının Türkiye tarafından yerine getirilmeyeceğine olan inançla beraber, Suriye muhalefetinin Ankara-Şam görüşmelerinin Suriye’deki siyasî çözüme katkısı olacağına da katılmamaktadır [biraz katılıyorum: 2 (Sİ,AS), biraz katılmıyorum: 1 (Sİ), katılmıyorum: 6 (AK,AK,AK,Sİ,A,AS)]. Kıyasen biraz daha iyimser olunsa da, Suriye muhalefeti bileşenleri düzenlenen görüşmelerin Suriye halkını bir fayda sağlayabileceği görüşüne de katılmamaktadır. Ancak siyasîlerin diğer iki gruba göre daha iyimser olması da dikkat çekmektedir. [biraz katılıyorum: 3 (Sİ,Sİ,Sİ), biraz katılmıyorum: 3 (AK,AK,AS), katılmıyorum: 3 (AK,AS,AS)]. Türk kamuoyu açısından Ankara-Şam görüşmelerini önemli kılan iki konu başlığı bulunmaktadır. Birincisi YPG’ye karşı mücadele için bir anlaşmaya varılma ihtimalidir. Bu bağlamda Suriye muhalefeti bileşenleri çok iyimser değildir. İkinci kısımda yapılan daha derinlemesine mülakatta anlatılacağı üzere, nispeten daha iyimser olanlar, Ankara ile Şam’ın YPG’ye karşı ortak bir anlayışı benimsemesini değil, Esed rejiminin YPG’yi korumaktan vazgeçmesinin mümkün olabileceğini düşünmektedir [biraz katılıyorum: 4 (AK,Sİ,AS,AS), biraz katılmıyorum: 1 (AK), katılmıyorum: 4 (AK,Sİ,Sİ,AS)]. İkincisi ise Suriyeli sığınmacıların ülkelerine geri dönmesi bağlamında bir anlaşmaya varılmasıdır. Bu konuda Suriye muhalefeti bileşenleri kesin olarak bu görüşün gerçekdışı olduğunu değerlendirmektedir [biraz katılmıyorum: 1 (AS), katılmıyorum: 8 (AK,AK,AK,Sİ,Sİ,Sİ,AS,AS)].
Ankara ile Şam arasındaki görüşmelerin yapısı ve şekline ilişkin ifade edilen yorumlara Suriye muhalefetinin genel olarak katılmadığı görülmektedir. Suriye muhalefetinin dörtlü zirvede yer almaması sorun değil yorumuna kesin olarak katılmamaktadırlar [katılmıyorum: 9 (AK,AK,AK,Sİ,Sİ,Sİ,AS,AS,AS)]. Görüşmelerde Rusya’nın arabulucu olarak yer almasına dair genel olarak olumsuz bir görüş hakimdir; aktivistlerin siyasîlere ve asker kanattan olanlara göre daha sert bir tutumu söz konusudur [katılıyorum: 1 (Sİ), biraz katılıyorum: 1 (AS), biraz katılmıyorum: 1 (Sİ), katılmıyorum: 6 (AK,AK,AK,Sİ,AS,AS)]. Rusya’nın arabuluculuk olarak varlığına dair siyasî ve askerî kanattan bazı daha ılıman görüşler olsa da İran’ın arabuluculuğu kesin bir şekilde olumlanmamaktadır [katılmıyorum: 9 (AK,AK,AK,Sİ,Sİ,Sİ,AS,AS,AS)].
Suriye muhalefetinin siyasî, askerî ve aktivist kesimleri açısından Ankara ile Şam arasında devam eden görüşmeler son derece önemli ve hayatî olduğu görülmüştür. Gerçekleştirilen mülakatlarda sorulan açık uçlu sorulara verilen cevaplar üzerinden anlaşılacağı üzere, Suriye muhalefeti açısından bu görüşmelerde öne çıkan üç unsur bulunmaktadır. Birinci unsur Türkiye’nin neden Şam ile görüştü sorusunu açıklama çabaları oluşturmaktadır. İkinci unsur ise Suriye muhalefetinin bu görüşmeleri nasıl değerlendirdiğinin ve onlar için ne manaya geldiğinin izahıdır. Üçüncü unsur ise Ankara ile Şam arasındaki görüşmelere dair gelecek öngörüleri ve beklentileri olmuştur.
Türkiye’nin neden Esed rejimi ile görüştüğü sorusuna ilişkin Suriye muhalefetinden popüler iki açıklama gelmektedir. Türkiye’nin bir devlet olduğu ve her devlet gibi kendi çıkarlarını koruması gerektiğini anlayışla karşıladıkları ile başlayan girizgâhların ardından, Suriye muhalefeti içsel ve dışsal faktörler diye ayrım yaparak, Türkiye’nin görüşme sebeplerini açıklamaya çalışmaktadırlar. İçsel faktör olarak Türkiye’deki Suriyeli sığınmacılar ve bu meselenin Türkiye’deki seçimlerde önemine vurgu yapmaktadırlar. Bu bağlamda Türkiye’deki muhalefetin Türkiye’deki toplumsal algıyı domine ettiği ve Esed rejimi ile görüşmenin – gerçekçi olmasa da – Suriyeli sığınmacılar sorununa bir çözüm oluşturacağı varsayımına vurgu yapılmaktadır. Özellikle seçimlerden önce iktidarın, muhalefetin bu argümanını boşa çıkarmak için Esed rejimi ile görüşmeyi kabul ettiği vurgulanmaktadır. Dışsal faktör olarak ise Türkiye’nin Rusya ile olan ilişkisine değinilmektedir. Burada iki ayrı görüş hâkimdir. Birinci ve daha güçlü olan görüş, Rusya’nın Türkiye’nin terörle mücadelesini engellediği ve Türkiye’ye Şam’ı işaret etmesi sonucunda Türkiye’nin Şam ile görüşmeyi kabul etmesidir. İkinci ve daha zayıf olan görüş ise, Türkiye’nin Rusya ile gelişen ilişkileri ve işbirliği sonucunda, iki ülkenin Suriye’deki ihtilafı çözmek adına ortak bir arzuya ve ortak bir niyete sahip olduklarıdır.
Söz konusu bu iki popüler açıklamanın yanında – ki bu iki açıklama hep beraber zikredilmektedir – bazı görüşmeciler Türkiye’nin genel olarak Suriye politikasında bir dönüşüme gittiği ve görüşmelerin bu dönüşümün bir sonucu olduğunu ifade etmişlerdir. Diğer bir açıklama ise Arap devletlerinin Esed rejimi ile normalleşmesi Türkiye’yi tedirgin ettiği ve Türkiye’nin sürecin dışında kalmak istemediği ve bypass edilmek istemediği için Esed rejimi ile görüşmeye başlaması olduğu yönündeydi.
Türkiye ile Esed rejimi arasındaki görüşmelere ilişkin Suriye muhalefetin bakış açısı karmaşıktır. Bir yandan Türkiye’nin egemenliğine ve bağımsızlığına saygı gösterilirken, diğer yandan da Türkiye’nin Esed rejimi ile görüşme biçimine ilişkin önemli itirazlar bulunmaktadır. Kendilerinin arzuları Esed rejimi ile görüşmelerin hiç olmaması olsa da, görüşmelerin var olduğu takdirde, formatın ve yöntemin değişik olmasıdır. Formata ilişkin en çok dillendirilen eleştiri, Suriye muhalefetinin görüşmelerde yer almamasıdır. Yapılan tüm görüşmelerde (birisi hariç) Suriye muhalefetinin Esed rejimi ile olan müzakerelerde yer alması gerektiği vurgulanmıştır. Bu bağlamda Türkiye’nin 3’e karşı 1 denkleminde müzakereleri yürüttüğü ve Suriye muhalefetinin masadaki varlığının hem Türkiye’yi güçlendireceği hem de görüşmelerin daha sağlıklı bir zeminde ilerlemesine imkân tanıyacağı argümanı olmuştur. Söz konusu bu yaklaşım Suriye muhalefetinde önemli bir değişime işaret ettiği burada belirtilmelidir. Nitekim önceki yıllarda Suriye muhalefeti Esed rejimi ile görüşmeyi kategorik olarak redderken, şuan görüşmelerde bulunmamalarını bir sorun ve eksiklik olarak nitelendirmektedirler. Hatta kendilerinin görüşmelerde olmayışını, Suriye muhalefetini zayıflatan ve Suriye muhalefetinin önemini azaltan bir unsur olduğunu ifade etmektedirler.
Suriye muhalefetinin görüşmelere dair diğer bir eleştirisi de Birleşmiş Milletlerin görüşmelerde yer almayışıdır. Suriye muhalefetine göre, Esed rejimi ile müzakereler BM gözetiminde ve yönetiminde gerçekleşmelidir. Türkiye’nin İran ve Rusya arabuluculuğu ile görüşmesinin yanlış olduğu ve BM’nin ön planda olmasının daha doğru olacağı vurgulanmıştır.
Görüşmelerde Rusya ve İran’ın varlığına ilişkin kesin olarak İran’ın varlığı ve mevcudiyeti Suriye muhalefeti tarafından bir sorun olarak değerlendirilmektedir. İran’ın görüşmelerde oynadığı rol Suriye muhalefetini derinden rahatsız etmektedir. Ancak Rusya’nın varlığı nispeten daha olumlu karşılanmaktadır. Hatta bazı görüşmeciler, Türkiye’nin boşuna Esed rejimi ile görüştüğünü ve görüşmeleri aslında sadece Rusya ile yürütmesi gerektiğini de ifade etmişlerdir.
Türkiye’nin Esed rejimi ile görüşmesinden memnun olmayan Suriye muhalefeti, masada yer almamasına rağmen, Türkiye’nin Suriye muhalefetini yarı yolda koymayacağından çok emindir. Türkiye’nin Suriye muhalefetine gerekli güvenceleri verdiğini ifade eden siyasî ve askerî görüşmeciler, Türkiye’nin Suriye muhalefeti ile müttefik olduğunu ve kader birlikteliği yaptığını belirtmektedirler. Ancak aktivist görüşmeciler ise bu konuda bazı şüphelere sahiptirler. Söz konusu bu fark, Türkiye’de görüşmelerde yer alan kurumların (Dışişleri, Savunma Bakanlığı ve Milli İstihbarat Teşkilatı) görüşmelere dair düzenli olarak siyasî ve askerî muhalefet ile görüşmesidir. Ancak aktivistlerin bu yönde daha şüpheci olması, Türkiye’deki kurumların bilgi paylaşımı ve Suriye muhalefeti ile yaptığı görüşmelerin Suriyeli topluma ve genel kamuoyuna yansımadığına işaret edebilir.
Esed rejiminin görüşmelerde aldığı pozisyona ilişkin, Suriye muhalefeti Esed rejiminin bilinen tutumunu devam ettirdiği ve üsten bakışlı bir tavırda olduğunu ifade etmişlerdir. Beşar Esed tarafından Arap Zirvesi’nde yapılan konuşmada diğer Arap devletlerini Türkiye’nin ‘yayılmacı’ ve ‘Osmanlıcı’ politikalarından uyarmasına dikkat çekilmiştir. Esed rejiminin öne sürdüğü iki ön şart (Türk askerin Suriye’den çekilmesi ve Suriye muhalefetine verilen desteğin son bulması), Esed rejiminin gerçekçi olmayan taleplerini ve uzlaşmaz tutumuna işaret olarak gösterilmektedir. Ancak bu iki ön şartın Türkiye tarafından kesin olarak uygulanmayacağına dair de çok güçlü bir inanç ve güven hâkim olduğu görülmüştür.
Suriye muhalefetinin Ankara-Şam görüşmelerine ilişkin ciddi bir beklentisi bulunmamaktadır. Esed rejiminin Türkiye’nin taleplerini olumlu karşılamayacağı belirtilmektedir. Esed rejiminin bu yönde ne bir niyeti ne de kapasitesinin olduğu vurgulanmaktadır. Diğer taraftan Türkiye’nin de seçimlerden sonra görüşmelere daha az istekli olacağı beklentisine da işaret edilmektedir. İki tarafın tutumları ve Esed rejiminin de kapasite sorunu eklendiğinde, görüşmelerin geleceğinin olmadığı vurgulanmaktadır. Özellikle Suriye muhalefetinin Esed rejimi ile olan kendi öz tecrübelerine atıf yapılarak, Esed rejiminin uzlaşmaz tutumu olduğu ve uzlaşmaya yanaşmadığı, yanaşsa bile verdiği sözleri asla yerine getirmediğinin altı çizilmiştir. Bu bağlamda Arap devletlerinin Esed rejimi ile normalleşmesine işaret edilerek, Esed rejimi hiçbir şey vermeden, Arap devletlerinden istediğini almayı başardığı belirtilmiştir. Hatta Suriye’deki savaşta da Esed rejimi hiçbir zaman uzlaşmaya yaklaşmadığı ve uzlaşma sağlansa bile Esed rejiminin sözünde durmadığı aktarılmıştır. Mevcut durumda Esed rejiminin kendisini muzaffer olarak gördüğünden dolayı bu tutumunun başarılı olduğunu değerlendirdiği anlatılmıştır. Rejimin bu yöndeki siyasî okuması da Ankara-Şam görüşmelerini engelleyen faktör olarak değerlendirilmektedir.
İlaveten, Türkiye’nin Esed rejimi ile yapmış olduğu görüşmelerden olumlu herhangi bir sonucun çıkmayacağı vurgulanmaktadır. Israrlı sorulara rağmen, dokuz görüşmeciden hiçbiri Ankara-Şam görüşmelerinden çıkması mümkün olan herhangi bir olumlu sonuç düşünememiştir.
Suriye muhalefetinin genel beklentisi Ankara-Şam görüşmelerin başarısız olacağı veya rölantide devam edeceği yönündedir. Bu beklenti bağlamında, Türkiye’nin belirli bir süre sonra Esed rejimi ile görüşmeden önceki politikalarına tekrar geri döneceği beklentisi ve arzusu da bulunmaktadır.
Görüşmelerden başarı için neyin yapılması gerektiği konusunda, Suriye muhalefeti ümitsizliğini dillendirmiştir. Esed rejiminin tutumunda değişiklik olmadan bir başarının elde edilemeyeceğini ve mevcut konjonktürde bir değişim emaresinin görülmediğinin altı çizilmektedir. Ancak olurda rejimde bir tutum değişikliği gerçekleşse bile, başarı elde edilebilmesi için mevcut dörtlü zirve yerine BM nezdinde BM Güvenlik Kurulu’nun 2254 No’lu kararının uygulanması gerektiği bir sürece ihtiyaç olduğu vurgulanmıştır. Esed rejimi ile görüşmelerin Cenevre’de uluslararası toplumun katılımı ile yapılması gerekildiği aktarılmıştır.
Suriye muhalefetinde, Türk kamuoyunda Esed rejimi ve Suriyeli sığınmacıların geri dönüşüne ilişkin beklentilerin tamamen gerçekdışı olduğu ve büyük bir yanılsama olduğu görüşü hâkimdir. Yapılan görüşmelerde, Esed rejimi ile görüşmenin Suriyeli sığınmacıların geri dönüşüne olumlu bir katkı sağlama ihtimali kesin ve somut bir şekilde reddedilmiştir. Hatta bu yöndeki beklentinin kaynağının ne olduğu ve Suriye’nin gerçekliğinden nasıl bu denli uzak olunabileceği yönünde de bir şaşkınlık dile getirilmiştir. Suriye muhalefetinin bileşenleri ile yapılan görüşmelerde, Suriyeli sığınmacıların geri dönüşüne Esed rejiminin herhangi bir olumlu katkısının olmayacağı altı argümanla izah edilmiştir.
Birinci argüman, Suriyeli sığınmacıların sığınmacı konumuna düşmesinin sebebidir. Yapılan görüşmelerde Suriyeli sığınmacıların – rejim muhalifi ve rejim destekçilerinin – Esed rejiminden kaçtıkları ve Esed rejimi sebebiyle Suriye’ye geri dönmedikleri izah edilmiştir. Rejime muhalif kişilerin canlarını ve mallarını korumak için, Esed rejiminden kaçmak zorunda kaldıklarını ve onların sığınmacı statüsünde olmasının sebebi olan Esed rejimi ortadan kalkmadıkça, bu insanların geri dönmeyecekleri vurgulanmıştır. İnsanların katillerine dönmesini beklemenin yanlış olduğu belirtilmiştir. Rejim destekçisi Suriyeli sığınmacıların ise Esed rejimi için savaşıp masum Suriyelileri öldürmek istemediklerinden dolayı, Suriye’den kaçtıkları ifade edilmiştir. Zorunlu askerlik uygulaması sebebiyle, Suriye’ye geri dönüşlerinin mümkün olmadığı aktarılmıştır. Esed rejiminin çıkardığı afların, zorunlu askerlikten kaçanlara uygulanacak cezaları affettiği ama yine de zorunlu askerlik hizmetinin yapılması gerektiği izah edilmiştir.
İkinci argüman ise Suriye içindeki nüfus dengeleri ve Türkiye sınırına yakın kamplarda yaşayan siviller olmuştur. Yurtdışında nispeten daha iyi şartlarda yaşayan Suriyeli sığınmacıların geri dönüşünü konuşmadan önce, Suriye’de yerlerinden edinmiş ve Türkiye sınırına yakın kamplarda yaşayan milyonlarca sivilin neden evlerine dönmediklerine bakılması gerekildiği vurgulanmıştır. Çadırlarda çok zor hayat şartların olmasına rağmen, kışın insanların donarak ölmesine rağmen ve kamplarda ciddi bir yoğunluk olmasına rağmen, insanlar Türkiye sınırına yakın bir bölgede yaşamayı, rejim kontrolündeki Hama, Humus ve Şam (Guta)’a geri dönmeye tercih ettikleri hatırlatılmıştır. Kamplarda yaşayan, sağlık ve eğitim gibi hizmetlerden büyük ölçüde mahrum olan bu insanların evlerine geri dönmediği bir ortamda, Türkiye gibi müreffeh bir ülkede yaşayan Suriyeli sığınmacıların evlerine geri dönmelerini konuşmanın gereksiz olduğu değerlendirilmiştir.
Ayrıca Suriye’deki nüfus hareketliliğinin de göz önünde bulundurulması gerektiği ifade edilmiştir. Savaş öncesi 23 milyon olan Suriye nüfusunun 6,5 milyonunun yurtdışına kaçtığı ve mülteci olarak yaşadığı belirtilmiştir. Buna ilaveten, insanların rejim bölgelerinden kaçıp Suriye muhalefetinin kontrolündeki bölgelere geldikleri ifade edilmiştir. Nitekim savaş öncesi 1,5 milyon nüfusa sahip olan ve şuan Suriye muhalefeti tarafından kontrol edilen bölgelerde, an itibariyle 5 milyon civarında insan yaşaması bu iddiayı doğrulamaktadır.
Üçüncü argüman ise Esed rejiminin Suriyeli sığınmacılara yönelik tutumu olmuştur. Yapılan görüşmelerde, Esed rejiminin mutlak surette Suriyeli sığınmacıların ülkelerine geri dönmesinin istemediği ve bunu engellemek için uğraştığı belirtilmiştir. Esed rejimine bağlı üst düzey kişilerin Suriyeli sığınmacıları terörist olarak nitelendirdikleri ve geri dönen Suriyelilerin Esed rejimi tarafından geri dönüşlerine garanti verilmesine rağmen işkence edildiği, tecavüz edildiği ve mallarına el konulduğu vurgulanmıştır. Esed rejiminin bu tutumu, rejimin kontrol edilebilir bir nüfusu tercih ettiği ve Suriyeli sığınmacıların evlerine geri dönmesinin bir saatli bomba olarak gördüğü aktarılmıştır. Yapılan izahata göre Suriyeli sığınmacılar evlerine geri dönerse, Türkiye gibi ülkelerde demokrasi, özgürlük ve devlet hizmetlerinin ne olduğunu görmüş olan bu insanlar tekrar Esed rejimine karşı ayaklanacaktır.
Dördüncü argüman, Esed rejiminin Suriyeli sığınmacıların geri dönüşüne imkan sağlayacak kapasiteye de sahip olmayışıdır. Rejim bölgelerindeki ekonominin çok kötü olduğu ve Suriyeli sığınmacıların geri dönmesinin ekonomik açıdan mümkün olmadığı belirtilmiştir. Suriyeli sığınmacıların geldiği bölgelerin çoğunluğu (Hama, Humus ve Halep) rejim bombardımanı tarafından yıkıldığı aktarılmıştır. Rejim bölgelerindeki altyapının ve üstyapının daha büyük bir nüfusu kaldırmaya imkân vermediği ve rejimin o kadar çok insanı beslemeye gücü yetmeyeceği ifade edilmiştir. Mevcut olarak rejim bölgelerinden yaşayan Suriyelilerin ekonomik zorluklardan dolayı – rejimi destekleseler bile – Suriye’den çıkmanın yolunu aradıkları söylenmiştir.
Beşinci argüman ise Lübnan ve Ürdün’ün Esed rejimi ile 2018 yılında ilişkileri normalleştirmiş olmaları ve Suriyeli mültecilerin geri dönüşü için ortak bir mekanizmanın kurulmuş olmasına rağmen, 2018’ten bu yana Suriye’ye kayda değer bir geri dönüşün olmadığıdır. Hatta Lübnan’ın artık Suriyelileri zorla geri göndermeye çalıştığına değinilerek, Suriyeli mültecilerin gönüllü geri dönüşünü bırakın, zorla geri gönderilmelerinin bile mümkün olmadığı izah edilmiştir.
Altıncı argüman, Esed rejimi tarafından kontrol edilen bölgelerdeki genel asayiş ve güvenlik sorunlarıdır. Suriye muhalefetinin bileşenleri ile yapılan görüşmelerde, rejim kontrolündeki bölgelerde Esed rejiminin hâkimiyetinin olmadığı ve Esed rejiminin Şam merkezindeki bazı mahalleler haricinde sözünün geçmediği belirtilmiştir. Rejim kontrolündeki bölgelerde hâkim güçlerin İran ve Rusya’ya bağlı milis yapılar olduğu ve her milis yapısının kendi bölgesinde ayrı bir uygulamaya sahip olduğu aktarılmıştır.
Yapılan görüşmelerde Suriyeli sığınmacıların Suriye’ye geri dönüşü için yegâne ve tek çarenin Suriye muhalefetinin kontrolündeki bölgeler olduğunun altı çizilmiştir. Suriye’ye geri dönen Suriyeli sığınmacıların büyük çoğunluğunun muhalif bölgelere olduğu belirtilmiştir. Muhalefetin kontrolündeki bölgelerin toprak olarak sınırlı olmasına ve Suriye’nin içinden de ciddi göç almasına rağmen, sığınmacılar için Suriye’deki en cazip bölgeler olduğu vurgulanmıştır. Eğer toprak anlamında bu bölgeler geliştirilir ve Katar Kalkınma Fonu’nun desteklediği konut projeleri yapılmaya devam edilirse, daha fazla Suriyeli sığınmacının Suriye’ye geri dönmesine imkan olacağı ifade edilmiştir. Suriye muhalefeti açısından, Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönmesinin olumlu olduğu ve onların geri dönüşünü sağlamak için çalıştıklarını ifade etmişlerdir.
Suriye muhalefeti bileşenleri ile yapılan görüşmelerde, öne çıkan en önemli konu başlıklarından birisi de terörle mücadele bağlamında Türkiye’deki beklentiler olmuştur. Görüşmeciler Türk kamuoyundaki beklentilerin saha gerçekliğinden uzak olduğunu ve bu beklentilerin yerine gelmesinin mümkün olmadığını belirtmişlerdir. Esed rejiminin YPG ile mücadelede Türkiye için bir partner olamayacağını ifade eden görüşmeciler, YPG’nin Türkiye’den önce Suriye’nin toprak bütünlüğünü tehdit ettiğini, [2011’den bu yana] Türklerden daha çok Suriyelileri öldürdüğünü ve terör örgütlerinin Suriye’de yeri olmadığını aktarmışlardır. Bu bağlamda Türkiye ile Suriye’nin çıkarlarının örtüştüğünü ve Suriye muhalefetinin Türkiye’nin doğal ve rasyonel müttefiki olduğunun altını çizmişlerdir. YPG’ye ilişkin olan bu bakış açısının Esed rejiminde olmadığını ve olsa dahi Esed rejiminin YPG ile mücadele için bir kapasitesinin olmadığını vurgulamışlardır. Türkiye ile Esed rejimi arasında YPG’ye karşı bir anlaşma beklentilerinin olmadığını, tek anlaşmanın Esed rejiminin YPG’yi korumaktan vazgeçmesi üzerine olabileceğini belirtmişlerdir. Bu bağlamda, Esed rejimi ve daha da önemlisi Rusya’nın YPG’yi korumaktan vazgeçmesi durumunda, TSK ve SMO’nun YPG’ye karşı yeniden bir askeri harekat düzenleyebileceğini anlatmışlardır.
Esed rejimi ile Türkiye arasında YPG bağlamında neden bir anlaşma beklenmediklerine dair, görüşmecilerin 3 öne çıkan açıklaması mevcuttur:
Birinci açıklama geçmişe gitmektedir. Suriye muhalefeti bileşenlerin vurguladığı üzere, Esed rejimi ile PKK/YPG ilişkisi çok eskiye dayanmaktadır ve yeni bir olgu değildir. Baba Esed zamanından kalma ilişkiyi hatırlatan görüşmeciler, Esed rejiminin Abdullah Öcalan’ı Şam’da ağırladıkları ve koruduklarını hatırlatmıştır. Terör örgütü ile Esed rejiminin sağlam ve eski bir geçmişi olduğunu ifade eden görüşmeciler, 2012 yılında Esed rejiminin Suriye’nin kuzeyinden çekilirken, bölgeleri YPG’ye devrettiğini hatırlatmıştır. Hatta bir görüşmeci, kendisinin o dönemde rejim saflarında üst düzey bir bürokrat olduğunu ve Esed rejimin gönderdiği yazıda devlet binaları, bölgedeki askeri üsler, silah ve mühimmatların YPG’ye devredilip, Suriye’nin kuzeyinin YPG’ye teslimi emredildiğini anlatmıştır. Kendisinin o resmî yazıyı hala sakladığını ve rejimden ayrılmasında bunun büyük bir etken olduğunu belirtmiştir.
İkinci açıklama ise Halep şehrindeki Şeyh Maksud Mahallesi üzerinden kurulmuştur. Bilindiği üzere 2016 yılında Halep şehri abluka altına alınmış ve sonunda içerideki tüm muhalifler Türkiye, Rusya ve İran arasında yapılan bir anlaşma gereğince tahliye edilmişti. O dönemde Halep şehrindeki Şeyh Maksud Mahallesi YPG tarafından kontrol edilmekteydi. Şehrin ablukaya alınması için Esed rejimi ile doğrudan işbirliği yapan YPG, daha sonra muhaliflerin tahliye edilmesi ile Türkmen mahallesi olan Bostan Paşa’ya girmiş ve yarısını kontrol altına almıştır. Aradan geçen 7 seneye rağmen, YPG’nin bu iki mahalledeki kontrol alanı devam etmektedir. Görüşmeciler, Esed rejiminin Halep şehrindeki Şeyh Maksud Mahallesindeki YPG varlığını sonlandırmıyorken, Suriye’nin kuzeyindeki YPG kontrol alanlarına ilişkin adım atmasını beklenmemesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Üçüncü açıklama ise Esed rejimin askeri kapasitesinin yetersiz olduğu yönünde olmuştur. Görüşmeciler, Esed rejiminin sayısal anlamda genişlemek ve Irak sınırına kadar kuzeyde kontrolü sağlamak için imkânlara ve askerî unsurlara sahip olmadığını ifade etmişlerdir. Suriye’nin güneyindeki Dera’da bile 5 yıldır rejim hâkimiyeti sağlanamamışken, rejimin kuzeydoğuya doğru genişlemesinin mümkün olmadığı belirtilmiştir. İlaveten, Esed rejiminin YPG’yi doğrudan hedef alması durumunda, ABD’nin de Esed rejimini hedef almasının muhtemel olduğunu vurgulamışlardır. Nitekim ABD, Türk askerini NATO müttefikliği sebebiyle hedef almazken, Esed rejimi için durumun çok farklı olacağını söylemişlerdir.
Son olarak, özellikle askerî kanattan olan görüşmecilerin vurguladığı diğer bir husus ise bu fikrin saha gerçekliği ile ne denli uzak olduğudur. Askerî kanattan olan görüşmeciler, cephe hatlarında yaşanan çatışmalarda karşılarında Esed rejim unsurları ve YPG’nin beraber aynı hendekte olduğunu hatırlatmıştır. Tel Rıfat, Menbiç, Ayn İssa, Tel Temr ve Amuda bölgelerinde aynı anda Esed rejimi ve YPG ile çatıştıklarını belirtmişlerdir. Sahadaki gerçeklik böyleyken, Ankara ile Şam arasında YPG’ye karşı ortak bir askerî hamlenin hiçbir şekilde inandırıcı olmadığını ifade etmişlerdir.
Suriye muhalefetinin Ankara-Şam görüşmelerine ilişkin tutumu ve görüşleri değerlendirildiğinde öne çıkan 3 nokta bulunmaktadır.
Türkiye’deki kamuoyu algısının aksine, Suriye muhalefetinin beklentileri daha olumsuz ve daha negatiftir. Türk kamuoyunda görüşmelerin bir sonuç vereceği beklenirken, Suriye muhalefeti kesin olarak bir sonucun elde edilemeyeceğini ifade etmektedirler. Benzer bir şekilde, Türkiye’de görüşmelerin Suriyeli sığınmacıların geri dönüşü için olumlu bir sonuç doğurması ve YPG’ye karşı ortak bir zeminde buluşulması ümit edilirken, Suriye muhalefeti bileşenlerinden görüşülen kişiler bunun olmayacağını net bir şekilde ifade etmektedirler.
Türkiye’de dörtlü zirvenin formatı ve yapısına ilişkin çok fazla tartışma ve fikir ayrılıkları dillendirilmezken, Suriye muhalefetinin bu yönde ciddi eleştirileri bulunmaktadır. Görüşmelerde Suriye muhalefetinin yer almamasını büyük bir eksiklik ve hata olarak nitelendiren görüşmeciler, Türkiye’nin 3’e karşı 1 denkleminde kaldığını izah etmektedirler. Ayrıca Rusya ve İran arabuluculuğunda yapılan görüşmeler yerine, Birleşmiş Milletler uhdesinde görüşmelerin daha doğru olacağı değerlendirilmektedir.
Suriye muhalefeti bileşenlerinden olan görüşmecilerin ortak bir şekilde vurguladıkları Türkiye’ye egemen bir ulus olarak saygı duydukları ve Türkiye’nin dünyadaki her devlet gibi kendi çıkarı doğrultusunda hareket etmesini anladıkları olmuştur. Bununla beraber, Türkiye’nin Suriye’den askerini çekmeyeceğine ve Suriye muhalefetini yarı yolda bırakmayacağına dair de kesin bir inanç hâkimdir. Esed rejiminin iki ön şartı olan ‘Suriye’den Türk askerlerin çekilmesi’ ve ‘Suriye muhalefetine desteğin kesilmesinin’ yerine getirilmeyeceği kuskusuz olarak görülmektedir.
Suriye muhalefetinin beklenildiğinden daha olgun olduğu görülmektedir. Türkiye ile Esed rejimi arasındaki görüşmelere duygusal olarak yaklaşmadıkları ve rasyonel zeminde argüman geliştirdikleri anlaşılmaktadır. Suriye muhalefetinin Türkiye’nin egemenliğine ve bağımsızlığına saygı duyması ve Ankara ile Şam arasındaki görüşmeleri doğrudan reddetmemesi siyasî olgunluğu göstermektedir. Hatta Suriye muhalefeti bileşenlerinin siyasî okuması ve görüşmelerden beklentilerinin Türk kamuoyuna göre daha ayağı yere basan yaklaşımlar olduğunu söylemek mümkündür. 2011’den bu yana Suriye muhalefetinin ciddi bir gelişim gösterdiği ve siyasî okuma becerisinde ciddi bir artışın olduğu ifade edilebilir. Savaşın ilk yıllarında Esed rejimi ile görüşmeyi dahi reddeden muhalefetin, Ankara-Şam görüşmelerine dair en büyük eleştirisinin Suriye muhalefetinin masada olmamasıdır. Bu değişim ve dönüşüm, 12 yıllık süreçte Suriye muhalefetinin ciddi tecrübe kazandığına işarettir.
Suriye muhalefetinin Türkiye’ye ilişkin olumlu bakışı ve sarsılmaz güveni bir yandan Türkiye için ciddi bir imkân sağlarken, diğer yandan ise önemli bir riski de içinde barındırmaktadır. Suriye muhalefetinin Türkiye’ye ilişkin olan sarsılmaz güveni zedelenirse, psikolojik ve duygusal anlamdaki yıkım da çok büyük olabilir.