Rusya ve ABD’nin Suriye Ateşkes Bildirgesi
Kerry-Lavrov buluşmasını takiben 22 Şubat 2016’da yayımlanan Suriye Ateşkes Bildirgesi; Suriye krizine politik çözüm sunmak amacıyla ABD ve Rusya’nın katılımıyla isyancı tabir edilen gruplar göz ardı edilerek yayımlandı. Teklif, Suriye’de politik bir çözümü önerirken devlet terörünü sona erdirmeye yönelik herhangi bir politik yada yasal-meşru geçişi garanti etmemektedir. Dahası bu bildiri Rusya’yı Suriye krizindeki rejim müttefiki konumundan uluslararası arenada tasdik edilen politik sürecin koruyucusu konumuna taşımaktadır. Ayrıca Rusya’ya anlaşmada belirtilmemiş olan diğer tüm gruplara (terörist adı altında dışlanmış gruplara) saldırı hakkı tanınarak ateşkesin barış gücü konumuna getirilmiştir.
Bildirgenin Analizi:
Suriye’nin nihai geleceğinde söz sahibi olmasını sağlayacak koşullarla Rusya’nın liderlik konumunun güçlendirilişi:
11 Şubat tarihli Münih Tebliği kararıyla kurulan Uluslararası Suriye Destek Grubu (USDG)’nun bildirisine göre Rusya ve Amerika’nın liderliğindeki bildirge Washington’dan Moskova’ya nihai kararın uygulanabilir detaylarını içermekte ve tüm sorumluluğu Rusya’ya vermektedir.
Kerry, Lavrov’un basın açıklamasında tekrar tekrar belirtilen Rusya vizyonuna bağlı kaldı. Herhangi bir muhalif grubu hedef almak üzere terörizme karşı savaşma bahanesiyle Rusya’ya tam yetki verildi aynı zamanda terörist olarak tanımlanmayan tüm diğer grupların güvenliği garanti edildi.Bu öncül açıklama ateşkesi reddeden isyancı gruplar ile Işid, Cebet el Nusra ve BM tarafından terörist olarak ilan edilen gruplar dahil tüm grupları açıkça reddettiğini belirtmektedir.
Suriye rejiminin askeri gücünü tek yasal askeri güç olarak tanımlamak:
Bu bildiri Suriye rejim güçlerinin yasallığını tekrar etmekte ve ordu güçlerini Suriye Arap Cumhuriyeti’nin Silahlı Güçleri olarak tanımlamaktadır. Dahası rejimin askeri birliklerine terörizm ve Suriye Muhalif Devrimci güçleri ile savaşmaya yönelik ayrıcalıklı haklar tanır. Bildiriye göre, rejim kuvvetleri Suriye’de barışın ve güvenliğin sağlayıcısı konumundadır. Bunun birlikte Suriye’de bulunan diğer tüm silahlı kuvvetler Ulusal Muhalif Gruplar dahil, Suriye Demokratik Silahlı Güçleri ve YPG birimlerinin Suriye rejimi izni olmaksızın Işid veya diğer terörist gruplarla çatışmaları yasaklanmıştır.
Dahası, devrimciler ve ateşkesi geri çeviren ılımlı muhalif gruplar devletin otoritesi ve bağımsızlığına karşı tehdit olarak sayılmaktadır. Böylece Suriye rejimi herhangi bir politik ya da yasal bir engel olmaksızın bu grupları hedef almaya ve saldırmaya devam edebilir.
Suriye’dekin Askeri Durumun Değişkenliğini Koruması:
Bu bildirgedeki tüm istisnalar ve önceki BM yasa tasarısı ancak Suriye’deki askeri durumu rejim ve müttefiklerinin yararına olacak şekilde sürdürmektedir. Bildirgedeki politik ateşkes sürecinden Işid, Cebet el Nusra ve Güvenlik Konseyince terörist olarak tanımlanan diğer grupları dışlarken İran destekli dış güçleri ateşkesin dışında tutmamaktadır. Aksine onları Suriye askeri birimlerine karşı savaşan yasal gruplar olarak saymaktadır. Muhalif güçler ve ılımlı devrimciler bu nedenle rejim güçlerine ve istisnasız tüm müttefiklerine karşı askeri faaliyetlerini durdurmaya zorlanıyor.
Ateşkes ile müzakereler arasındaki politik çözümü fesh eden ayrımlar:
BM Güvenlik Konseyi 2254 No’lu yasa tasarısı ile geçiş sürecine yönelik gerçekçi adımlar atmaya yönelik kararlılığını göstermiştir. Yine de bildirgenin içeriği politik sürece geçiş için gerekli ön koşulları gözden kaçırmaktadır. Bu bildirge tüm partilerin tutuklularının bir ön koşul gözetmeksizin salınması ve böylece politik sürece ve ateşkese entegre edilebilmesi talebiyle sonuçlanmıştır. Dahası bu partileri insani yardım sürecine hızlı bir geçişe yönlendiren Güvenlik Kurulu’nun 2139 ve 2165 No’lu kararlarının esgeçilmesinden bu yana uluslararası toplum Suriye rejimini hala kabul edilebilir kılmak konusunda başarısızlığa düşmüştür.
Ateşkes bildirgesi gereği devrimci ve muhalif gruplar dışlandıkça, rejimi BM 2254 No’lu yasa tasarısını uygulamaya zorlamak hususundaki tüm çabalar anlamsız kalacaktır.
Usuli Problemler ve Anlaşma Metni
Bu bildiri müzakerelerin önünü tıkayarak ve herhangi bir itiraza yer vermeyerek rejimin statükosunu keskinleştirmektedir. Barış süreci’nin önünün açılması için kurulan ortam sadece muhalif grupların teslim olması ve vazgeçmesine yönelik olan isteğin ortaya konulmasıdır. Bu bildiri takip edildiği sürece başarısızlıkla sonuçlanacak olan pek çok madde içermektedir:
1.Amerika ve Rusya savaş dışı alanları tanımlamakla yükümlüdürler. Bu tür düzenlemeler güneyde uygulanabilir ancak Cebet El Nusra ve devrimci ulusal direniş güçlerinin kontrolü altında bulunan İdlib vilayetinde uygulanması neredeyse imkansızdır.
2.Anlaşmanın gözlemcilik mekanizmalarını tanımlayan son sözünde bir anlam karmaşası bulunmaktadır. Açıkça görüldüğü gibi metin Rusya’nın Suriye’nin güneyindeki ilerleyişine yasallık katmaktadır. Aynı zamanda rejim güçlerinin ve müttefiklerinin devrimcileri ve ulusal direniş güçlerini terörle mücadele bahanesiyle hedef almasının önünü açmaktadır.
3.Ateşkes anlaşmasını ihlal edenlerin hesap verebilirlik mekanizmaları sınırlandırılmıştır.Rejime ayrıcalık sağlayan ve Rusya’nın koruyuculuğunda askeri faaliyetlerini yürütmesini sağlayan bu bildirinin uygulanabilirliği mümkün değildir.
4. Bu bildiri Amerika ve Rusya arasındaki güvenlik işbirliğini ve bilgi akışını kurumsallaştırmakta fakat karar alıcılara devrimcilere ve ulusal direniş güçlerine suistimal girişimleri olasılığına yönelik bir garanti sunmamaktadır.
Bölgesel Barış ve Güvenliğin Tehlikeye Girmesi
Bu Amerika-Rusya anlaşması, Suriye’de sürmekte olan çatışmanın sebeplerini ele almakta tıpkı Esad’ın rejimde kalmaya devam etmesiyle sonuçlanan ve başarısızlığa uğrayan tüm önceki girişimler gibi zayıf kalmıştır.
Esad sadık Rus müttefiği ile birlikte sistemli şiddet faaliyetlerini terörim ile mücadele bahanesiyle yürütmeye devam etmiştir. Uluslararası toplumun kan akışını durdurmakta başarısız oluşu, devlet kurumlarının yıkılmasına ve Suriye toplumunun parçalanmasına yol açmıştır. Ortaya çıkan bu bu politik ve kurumsal boşluk ortamında oluşan aşırıcı grupların istismarına yol açmıştır. Diğer bir sonuç ise 2.Dünya Savaşı’ndan bu yana görülen dünyanın en büyük mülteci hareketine sebep olarak boğucu bir insani krizin oluşmasına yol açmıştır.
Arap düzeyinde ise, İran devlet kurumlarını kontrol etmek ve bölgede kendi güvenliğini garantiye almak için dağılmakta olan rejimi sömürmüştür. Sırayla, İran kendi politik duruşunu
gösterdi ve bu doğrultuda Amerika ile tarihi nükleer anlaşmasını imzalayarak bunu yönetmeye devam etti.
Bu nükleer anlaşmadan sonra İran bölgesel meselelere daha fazla askeri yöntemlerle yaklaşmaya başladı ve İran’ın Körfez ülkeleri ve özellikle Suudi Arabistan ile gelişen gergin ilişkileri, derinleşen ABD – İran ilişkilerine de yansıdı.Şu anki ABD- Rusya ateşkes anlaşması İran’ın bu tutumunu daha da güçlendirdi ve Irak’taki İran Devrimci Muhafızlarının ve Lübnan’daki Hizbullah’ın Suriye ile coğrafi bağlarını sürdürmesini meşrulaştırdı.
Böylece İran 1979 İslami devriminden bu yana ilk defa bölgedeki politik etkisine paralel olarak askeri varlığını da sürdürmek için bir alan elde etmiş oldu.
Türkiye açısından değerlendirilecek olursa, Suriye ikilemi Türkiye’nin iç durumunu iki düzeyde etkilemektedir: Birincisi insani düzeyde; durmaksızın süren mülteci akışı Türk kurumlarını ekonomik ve sosyal endişelere yol açarken Ankara’nın Avrupa ile ilişkilerini de olumsuz yönde etkiliyor.
İkinci olarak, güvenlik noktasında Suriye toplumuna yönelik endişeleri yanıtlamaktaki başarısızlık bu alanın yönetilmesinde bir boşluk yarattı. Başta Türkiye tarafından desteklenen Suriye devrimine yönelik bu boşluk, Suriye’nin kuzey bölgelerinde hem Işid hem de Kürt hareketleri gibi Türkiye’yi içeriden tehdit eden aşırıcı grupların doğmasıyla sonuçlandı. 4 aylık bir süre içinde Ankara 2 terörist patlamayla karşılaştı. İstanbul ve sınır şehri Suruç ve güneydoğudaki bölgelerde de Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden ve PKK’nın bölücülük hayallerini canlandıran benzer operasyonlarla karşılaştı.
Şu anki ABD-Rusya anlaşması Türkiye’ye yönelik tehditlerin devam edeceğini gösteriyor. Türkiye’den Avrupa’ya akan göç akışını durdurmakta ise başarısız kalıyor. Aynı zamanda Türkiye’nin güney sınırlarında hızla yayılmaya devam eden aşırıcılığın statükosunu koruyor. Dahası Amerika-Rusya anlaşması PKK için Türkiye’nin özellikle Suriye ile sınır bölgelerinde kolayca ulaşılabilir teçhizat ve ikmal noktası sağlıyor.
Devrimci ve Ulusal Güçler için Seçenekler
Bu bildirge hem politik hem de askeri olarak tıpkı 1. Cenevre Sözleşmesinde olduğu gibi Suriye’de askeri ve politik savaş halinin sürdürülmesiyle sonuçlanacaktır. Cenevre Sözleşmesinin akabinde devam eden belirsizlik Rusya, İran ve rejim tarafından kendi amaçlarını sürdürmek amacıyla sömürüldü.
Devrimin arkasındaki sebepleri ele almadaki karar yoksunluğu Birleşik Devletler’e Akdeniz ülkeleri üzerinde kendi konumunu geliştirme imkanı sunmakta ve bölgedeki tüm silahlı güçlere olumsuz anlamda müdahalede bulunabilme şansı tanımaktadır.
Uluslararası toplumun bölgedeki Rusya ve İran’ın asıl niyetleriyle yüzleşmedeki başarısızlığı sürdükçe Suriye’de Politik ve Askeri Muhalifler için Suriye’nin bu değişken durumuna son vermek bir zorunluluk olacaktır ve aynı zamanda ABD’yi güvenlik krizleriyle yüzleşmeye itecektir.
BM tarafından devrimcilere yönelik yapılan lojistik ve finansal desteğinin azalması ile ISSG ‘in içine girdiği çıkmazdan çıkış yolu bulmak için kendine zaman kazandırmak adına
koyuduğu şartları Yüksek Müzakere Kurulu şartlı kabülü konusunda başarılı bir politika sergilemiştir.
Bu nedenle, Suriye milli menfaatlerini gözeten bir kararın alınabilmesi olasılığını güçlendirmek için politik muhalefetin yapması gereken :
1.Tüm lokal ve bölgesel güçler anlaşmaya dahil edilmeden, diğer aktörlerin tamamını içeren bir ateşkes ortamı sağlanmadığı sürece anlaşma metni tamamıyla reddedilmeli ve müzakere görüşmelerinden çekilmek ile tehdit edilmeli. Rusya ve Amerika herhangi bir muhalif grubu daha sonradan anlaşmanın kapsamı dışına çıkarıp hedef almayacağına dair güvence vermeli.
2.Tüm muhalif güçler Uluslararası Suriye Destek Grubu'nun (ISSG) garanti ettiği ateşkes sonrası dönüşüm sürecinin Esad kontrolünde yeni bir döneme gebe olduğu yönündeki endişelerinde ısrarcı olmalı ve beklenen Güvenlik Konseyi çözüm önerisinde bu anlaşmanın açık bir şekilde belirtilmesi istenmeli.
3.Çalışma, müttefiklerin Suriye karşıtı muhalif gruplara yönelik uyguladığı politik ve askeri baskıya maruz kalacak grupların belirlenmesi konusunda daha belirleyici olmalarını ve bunun kapsamının Suriye'deki tüm yabancı milis güçler ile rejim yanlısı grupların da terörist organizasyonlar olarak görülecek şekilde dünzenlenmesini amaçlamaktadır. Ayrıca tüm taraflar Yüksek Müzakere Konseyi ile devrimci ve direnişçi güçler arasında kurulacak çoklu bir kriz masası yönünde teşvik edilmelidir.
Paris olayları: Terörle mücadele oyununun son sahnesi
20/11/2015
Paris'teki terör saldırısının hemen ardından uluslararası toplumun, terörle mücadeleyi öncelik haline getirdiği bir gerçektir. Bu öncelik aslında ABD yönetiminin 2014 yaz sonu itibariyle kendi bünyesinde net bir şekilde kararlaştırmış olduğu ve Rusya’nın ise Suriye’de haksız bir şekilde suistimal ettiği bir politikaydı. Bu politikanın Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'in ne ölçüde işine yaradığının; IŞİD'in büyümesi için doğru atmosferin oluşmasında uluslararası toplumu Esed'in sorumlu olduğuna ikna etme çabalarının bir önemi yok. Fransız hükümeti ve istihbaratı, Suriyeli liderin gelinen noktadan ne derece sorumlu olduğunun ve en önemlisi, terörün, Suriye halkının acılarına son verip Esed rejiminden kurtulmadan yok edilemeyeceğinin farkında.
“Ankara'daki patlama, Beyrut'taki intihar saldırısı ve 13 Kasım'daki katliam, gelecekte işlerin ne denli çirkinleşebileceğini gösteriyor. IŞİD ve diğer aşırılık yanlısı gruplar, Suriye halkının maruz kaldığı adaletsizlikten besleniyor.”
Olayın zamanlaması, saldırılar sırasında verilen açık ya da örtülü mesajlar, Suriye için intikam nidaları ve olay yerinde bulunan Suriye pasaportu özellikle Suriye ve Irak’ta kol gezen terörü işaret etmek için kullanıldı. Uluslararası toplum Esed ile işbirliği yapma konusunda gönülsüz davranmasaydı bu "barbar Sünni terörü" Sen Nehri kıyılarına ulaşamayacaktı.
Kimileri, insanların böyle çirkin komplolara kanmadıklarını düşünebilir. Bu çıkarımın basmakalıp oluşu bir yana, ne yazık ki Fransız halkı Suriye'deki karmaşık manzarayı anlayıp analiz etme gayreti göstermeyecek. Bu noktada "Neden Fransa?" sorusu akla gelebilir. Sorunun cevabı için ise Viyana görüşmelerinin Ekim ayındaki ikinci turuna bakmak gerekiyor.
Cenevre Bildirisi, ülkede gerçek anlamda bir değişim sağlamadan, uzunca bir süre uluslararası toplumun Suriye rejimini devirme çabaları önünde bir engel teşkil etti ve bildiride Esed'in geleceği ele alınmamış olsa da, Suriye'de er ya da geç olumlu bir değişim sağlayacak pek çok başka noktaya yer veriliyordu. Aslına bakılırsa, durumdan tedirgin olan uluslararası toplum, Suriye muhalefetini ilkelerinden vazgeçirmeyi defalarca denedi ancak başarılı olamadı. Vatansever muhalefetin bölgedeki sürekli ilerleyişinin de pekiştirdiği bu tedirginlik, Birleşmiş Milletler Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura'nın birden fazla yol içeren ve farklı gruplarla müzakereye dayalı bir süreç oluşturma gayretlerini destekler nitelikte bir Güvenlik Konseyi açıklaması ile sonuçlandı.
Rusya Suriye denklemine ne ekledi?
Açıklamada Cenevre Bildirisi'nin uygulanması yönünde bir kararlılık ifade edilmekle birlikte, De Mistura tarafından belirlenen müzakere mekanizmaları, niyetinin Suriye rejimini memnun edecek bir formül bulmak olduğunu kesin bir şekilde ortaya koydu. Daha da önemlisi, burada De Mistura'nın planındaki son derece mühim bir maddeyi, yani müzakerelerin neticelerinin hayata geçirilmesinde etkili olacak, ABD, Rusya ve bunlara ek olarak Türkiye, İran ve Suudi Arabistan gibi bölgesel güçlerden oluşmuş uluslararası bir destek grubu kurma meselesini incelemek gerek.
Bu son hususun planın önemli bir zafiyeti olarak değerlendirileceği açıktı. Örneğin, Suudi Arabistan ve Türkiye, İran'ın Suriye'ye müdahalesini nasıl kabul edecekti? Grupta yer alacak devletlerin seçiminde hangi kriterler uygulanacaktı? Durum, en hafif tabirle güç görünüyordu ve De Mistura planının eninde sonunda başarısız olacağını varsaymakta sakınca yoktu. Bununla beraber, o noktada herhangi bir kimsenin ya da muhalif grubun Rusya'nın bir ay sonra Suriye'ye doğrudan müdahale edeceğini tahmin etmesi imkansızdı.
Suriye'de son yaşanan Rusya gerilimi, zaten karmaşık durumdaki Suriye denklemine bir değişken daha eklemiş oldu. Rusya'nın müdahalesi, kriz yıllarında köklenen uluslararası ilişkilerin sabitleşmiş kurallarını paramparça edip oyunun kurallarını yeniden belirledi. Birincisi, herhangi bir başka bölgesel ya da uluslararası gücün Suriye muhalefeti lehine çatışmaya doğrudan müdahale etmesini önlemiş oldu. İkincisi, Rusya, bölgedeki varlığı sayesinde Suriye ile ilgili olarak varılacak her türlü tatmin edici siyasi uzlaşmanın içinde yer almayı garantiledi. Üçüncüsü, Moskova, krizi sona erdirme işinin yükünü Washington'ın omuzlarına yükledi. Dördüncüsü ise, Putin, devrimin patlak vermesinden bu yana ilk kez yerel ortağı Esed ve bölgesel ortağı İran'ı kontrol altına almayı başararak Suriye ile ilgili her türlü nihai sonuca bağlı kalacaklarını teminat altına almış oldu. Buna dayalı olarak, Moskova, Cenevre için alternatif bir uluslararası referans oluşturmak amacıyla 23 Ekim'de Washington'ın da işbirliğiyle Suudi Arabistan ve Türkiye'yi Viyana'daki ilk istişare toplantısına davet etti.
“Suriye savaşı Suriye halkını tatmin edecek şekilde sonuçlanmadığı takdirde, sadece kendilerinin değil tüm bölgenin belirsiz bir gelecekle karşı karşıya kalacağı söylenebilir.”
Fransa'nın küresel güçlerin safına dönüşü
Bu girişim, ilk başta zamansız görünmüş olabilir. Sonuçta Rusya niçin Suriye'ye doğrudan askeri müdahalede bulunmasının üzerinden henüz bir ay bile geçmemişken siyasi çözüm çağrısında bulunsun? Moskova'nın başının dertte olduğu ve [Suriye'de] bir açmaza sürüklenmeden, Suriye'den onuruyla çıkmanın yolunu aradığı sonucuna varılması doğaldı. Aslına bakılırsa, Rusya, ABD'nin ortaklığı olmadan böyle bir iddia içine girmezdi. Bununla birlikte, iki küresel güç de "Türkiye, SuudiArabistan, Katar" üçlüsünün, planlarına karşı çıkmak için ellerinden geleni yapacağını, ama daha da önemlisi, yeterince takdir görmediğini ve Amerikalılar tarafından dışlandığını düşünen Fransa'nın da bu üçlüyle birlik olmasını beklemiyordu. Paris, ABD ve Rusya tarafından desteklenen hiçbir kararı veto etmeyecekti, ancak Güvenlik Konseyi'ndeki üyeliği, elbette Suriye muhalefetini sofistike silahlarla donatmasına müsaade ediyordu, ki Türkiye, Suudi Arabistan, Katar üçlüsü de büyük ihtimalle Fransa'yı buna ikna etmeye çalışıyordu. Ancak 13 Kasım'daki terör saldırıları, Fransa'yı önceliklerin tanımlanması ve küresel terörle mücadele bakımından tekrar küresel güçlerle aynı mantık eksenine getirdi.
Viyana görüşmelerinin üçüncü turunun final sahnesinde perde inerken, De Mistura; ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ve Rus mevkidaşı Sergey Lavrov ile el ele gülümsüyordu. Görüşmenin neticelerini üçü birlikte duyurdu. İran'ı, Fransa'yı ya da Türkiye-SuudiArabistan-Katar üçlüsünden birilerini basın toplantısına davet etmeye gerek yoktu. Fakat en önemlisi De Mistura, 15 Ağustos'tan bu yana istediği şeye, yani uluslararası destek grubuna sahip olmuş oldu. Bugün bulunduğumuz noktada, Suriye savaşı Suriye halkını tatmin edecek şekilde sonuçlanmadığı takdirde, sadece kendilerinin değil tüm bölgenin belirsiz bir gelecekle karşı karşıya kalacağını söylemek yanlış olmaz. Ankara'daki trajik patlama, Beyrut'taki intihar saldırısı ve 13 Kasım'daki katliam, gelecekte işlerin ne denli çirkinleşebileceğine dair bir gösterge. IŞİD ve diğer aşırılık yanlısı gruplar, bölge halkının maruz kaldığı adaletsizlikten besleniyor.
Netice itibarıyla, bu sorunu sadece Suriyeli devrimci gruplar çözebilir. Bunun için de saflarını birleştirmeleri ve ülke için siyasi bir proje ortaya koymaları gerekiyor. Bölgeyi ancak onlar kurtarabilir. Ruslar, devrimi bitirmek için, Suriye muhalefetinin son 5 yıldır birlik gösterememesinden faydalanıyor. Onların bu planını bozmanın tek yolu ise her türlü tuzağa direnebilecek ve de bölgenin müşterek desteğini alacak, tek ve güçlü bir koalisyon kurmaktan geçiyor.
Bu makale Dr Sinan Hatahet tarafından 20.11.2015 tarihinde Al Jazeera için yazılmıştır. Aşağıdaki linkte paylaşım orjinalini bulabilirsiniz:
"Kökleri eskiye gitse de bu seferki gerginliğin temeli 2003 Irak'ın işgali ve sonrasına dayanıyor. İranlılara göre, Suudiler nükleer anlaşma sonrasındaki süreçlerin önünü kesmek ve Batı-İran yakınlaşmasını sabote etmek istiyor." İran uzmanı Arif Keskin Al Jazeera için yazdı.
2016, Ortadoğu’nun mevcut krizler listesine bir yenisini ekleyerek başladı. Yılın ilk günlerinde, Suudi Arabistan’ın 46 kişi ile birlikte Şii lider Ayetullah Nemr'i idam etmesiyle çıkan kriz, karşılıklı hamlelerle tırmanıyor. Son olarak İran, Suudi Arabistan’ın Yemen’deki İran Büyükelçiliği’ni savaş uçaklarıyla vurduğunu öne sürdü.
1979’dan itibaren diplomatik ilişkilerini iki kez askıya alan Tahran ve Riyad için “kriz” çok yeni bir kelime değil. Fakat bu kez, mevcut gerginliğin önceki dönemlere göre daha derin ve farklı sonuçlarının olma ihtimali, zaten dengelerin çok hassas olduğu bölgede, büyük bir Sünni-Şii çatışmasının tetiklenebileceği kaygısını arttırıyor.
Bu çatışma özünde milliyetçi ve jeostratejik bir çatışma olsa da, dinamizmini mezhepçi bir söylemden alıyor. Mezhep aslında milliyetçi jeostratejik çatışmanın meşrulaştırma aracı olarak kullanılıyor. Tahran-Riyad ihtilafının temelini de, jeopolitik çatışmaya dönüşmüş iki farklı etno-mezhepsel kimlik algılamaları oluşturuyor.
Aslında İran ve Suudi Arabistan rejimleri her ikisinin de şeriat kurallarıyla yönetilmeleri nedeniyle özde kardeştirler. Fakat bu kardeşlik birlik yerine karşıtlık doğruyor.
İran Fars/Şii İslamcılığı, Suudiler ise Arap/Vahhabiliği temsil ediyor. İran sistem karşıtı ve değişimci bir anlayışa sahipken, Suudi Arabistan sistemin bir parçası olarak değişim karşıtı muhafazakâr bir yönetime sahip.
Nitekim İran 1979 İslam Devrimi'nden sonra Suudi devletini “Arap irticası” diye adlandırarak eleştirmeye ve yönetim karşıtı örgütleri Tahran'a davet ederek onlarla yakınlaşmaya başladı. Buna karşın İran’ın Devrim İhracı politikasından endişe duyan Suudiler de, İran'ın Baas ideolojisi ve Saddam’la ihtilafı sebebiyle Irak ile yakınlaştı. 1980-88 İran-Irak Savaşı’nda Suudiler Saddam’a destek oldu. İran’ın körfezdeki nüfuz ve etkinlik çabalarını engellemek amacıyla da 1981’de Basra Körfezi İşbirliği Konseyi’ni kuruldu.
2003 Irak’ın işgali ve değişen dengeler
Fakat bugünkü çatışmanın temelini 2003 Irak’ın işgali ve ardından yaşanan gelişmelerde aramak gerekir. Irak ve İran ilişkisi problemliydi. Arapların gözünde Irak bir bakıma İran’ı dengeliyor, onun stratejik enerjisini tüketiyordu. İran’ın bölgedeki önceliklerinden biri Irak’ı dengelemek ve güçsüzleştirmekti. Bu yaklaşım diğer Arap ülkeleri açısından Irak’ın önemini artıyordu. Arapların önemli bir bölümü, 1980-88 İran-Irak Savaşı’nda Saddam’ı destekleyerek İran’ın Ortadoğu’ya giden güzergâhını kapatmak istediler.
2000’lerle tarihsel bir kırılma yaşandı, Amerika Saddam’ı devirdi. Ardından Irak’ın yüzde 65’ini oluşturan Şiîler Irak’ta güç kazandılar. İran’ı dengeleyen, sınırlandıran Irak, İran’ın nüfuz alanına dönüştü. Şiîlerin Irak’ta güç kazanmasıyla tarihsel denge İran lehine değişti. Böylece İran, Irak üzerinden Ortadoğu’daki Arap Şiileri kolayca seferber etme imkânı buldu.
Irak’ın işgali Suudi Arabistan’ın da konumunu değiştirdi. Suudi Arabistan Basra Körfezi’ne yerleşmesi, İslam’ın kutsal topraklarına ev sahipliği yapması, petrol zengini olması, Arap devletlerini etkileme potansiyeli ve Batı’yla iyi ilişkileri nedeniyle Ortadoğu’da önemli bir ülke sayılsa da, hep Mısır ve Irak gibi Arap ülkelerinin gölgesinde kalmıştı.
2003 Irak işgali sonrası, Mısır ve Suriye'nin bölgesel etkinliğini yitirmesi Suudilere Arap dünyasında liderlik pozisyonuna yükselme imkânı verdi.
Suudi Arabistan, dış politika önceliğini İran’ın mezhepçi-milliyetçi bölgesel hegemonya arayışlarını sınırlandırmak olarak belirledi. Bu doğrultuda İran’ın Bağdat, Hizbullah ve Suriye ile olan ilişkilerini birinci tehdit olarak nitelendirdi. Arap Baharı ise iki ülke ilişkilerini daha gerginleştirdi. Yemen, Bahreyn ve Suriye iki ülkenin savaş alanına dönüştü.
Halk ayaklanmalarının Suriye’ye sıçraması Suudileri sevindirdi. Zira 2003’te kaybettikleri Irak’ın yerine Suriye’yi kazanma umudu doğdu. Ancak Suriye’deki olaylar Suudilerin beklentisi doğrultusunda gelişmedi.
Diğer taraftan İran bu jeopolitik rekabet ortamında nükleer krizi bitirmeye yöneldi. Bu, Tahran açısından ciddi bölgesel yansıması olacak büyük bir kazanımdı. İran’ın Batı’yla yakınlaşması ve Obama’nın İran’ın jeopolitik kaygılarını saygıyla karşılaması, Suudi yönetimini hayal kırıklığına uğrattı.
2003'ten sonra bölgede güçlenen İran'ın karşısında yalnızlaşan Suudiler, İran ile açık mücadele stratejisini benimsediler. Bugün Suudiler İran’ı açık şekilde Arap kimliğinin ötekisi olarak göstermeye çalışıyor. İran’ın mezhepçiliğini öne çıkarak onu Sünni Arap dünyası kamuoyunda itibarsızlaştırıyor, Arap ülkeleriyle sorunsuz bir ilişki kurmasını engelliyorlar.
Suudi Arabistan İran’ı istemediği bir alana çekerek maskesini düşürmeye çalışıyor. İran, İslam Devrimi’nin değerlerinin mezhepçiliğe karşı olduğunu dile getiriyor. Kendisini İslam Devrimi’nin temsilcisi ilan eden Tahran’ın Sünni Arap İslamcılarla ilişkisinin sorunlu hale gelmesine ortam yaratıyor. İran Arap dünyasında bir “İslam devrimi ülkesi” değil, milliyetçi-mezhepçi ihtirası olan yeni bir kötülük gibi görünüyor. Yeni Arap gençliği İran karşıtlığıyla büyüyor. İran'ın etki gücü de sadece Şiilerle sınırlandırılıyor.
2016’da İran’a yönelik ambargoların kalkması ve Ruhani’nin ekonomi vaatlerini gerçekleştirebilmesi için fırsatlar doğması bekleniyor. İran ekonomisinin iyileşmesinin Tahran’ın bölgede elini güçlendireceği açık. İran’ın bu süreçte komşularla iyi ilişkiye ihtiyacı var. Tahran-Riyad krizi de bu imkânı İran’ın elinden alıyor.
İran Suudi Arabistan’a nasıl bakıyor?
İran'da Suudi Arabistan'a yönelik ortak bir görüş olduğunu söylemek mümkün değil. Cumhurbaşkanı Ruhani'nin mensup olduğu pragmatist dış politika savunucuları geleneksel olarak Riyad ile arayı iyi tutmaktan yana. Hatta Suudilerle iyi ilişkiler onların kanalıyla gerçekleşiyor. Bu kesim Suudi Arabistan-İran ilişkilerinin öneminin farkında.
Suudiler ile iyi ilişki kuramayan İran’ın Arap dünyasıyla iyi ilişki tesis etmesi zorlaşıyor. Şii-Sünni çatışmasının açık tarafı olarak göründüğünden Batılılarla pazarlık gücü düşüyor. Ayrıca Arap dünyasıyla iyi ilişki kurmayan Ruhani, ekonomik hedeflerine ulaşmakta da zorlanıyor.
İranlılara göre, Suudiler bir yandan da nükleer anlaşma sonrasındaki süreçlerin önünü kesmek ve Batı-İran yakınlaşmasını sabote etmek istiyor. Bu nedenle İranlı yetkililer Şeyh Nimr’in idamını bir tuzak olarak nitelendiriyorlar.
2013’ten bugüne bakınca Ruhani ve pragmatistlerin Suudi Arabistan'la ilişkileri istedikleri istikamette yönetecek güçte olmadığı anlaşılıyor. İran dış politikasının temel istikametinin cumhurbaşkanının iradesinin ötesinde belirlendiği biliniyor. İran’ın parçalı siyasi yapısı, devlet içi iktidar mücadelesi, Suudi Arabistan’ın büyükelçiliğinin işgalinde görüldüğü gibi kontrolü zor “özerk grupların” varlığı süreci etkileyen faktörler.
İran’da bazı muhafazakâr gruplar ve Devrim Muhafızları mensupları da Suudi Arabistan’la iyi ilişkiler kurmanın 1979 İran Devrimi’nin kurucu lideri Humeyni’nin öğretilerine ters olduğunu söylüyorlar. Humeyni’nin Suudi yönetimini tekfir ettiği ve devrilmesi gerektiğini defalarca tekrarladığı biliniyor. Onlara göre, Suudi yönetimi bütün kötülüklerin kaynağı.
Bu görüşü savunanlar, 2003’ten sonra özellikle Suriye krizi ve IŞİD’in ortaya çıkışıyla birlikte İran’ın dış politika ve güvenlik siyasetini belirlemekte etkinler. Bunlar Irak’tan Yemen'e kadar olan alanda Şiilerin desteklenmesini Devrim’in temel değerlerinden sayıyorlar. Suudilerle krizi tırmandırmaktan yana olduğu anlaşılanİran’ın dini lideri Hamaney de son yıllarda bu gruplara geniş alan açtı. İran rejiminin Suudi Arabistan ile yaşanan krizden yararlandığı noktalar da var. Rejimin ülke içinde IŞİD ve Suudi Arabistan’ı özdeşleştirme propagandası, bir taraftan Şiiliği diğer taraftan da Fars/Ari milliyetçiliğini harekete geçiriyor. 2009 Yeşil Hareketi’nde “Ne Hizbullah ne Lübnan - canım İran’a feda” sloganlarıyla İran’ın bölgesel siyasetini eleştiren bazı milliyetçi gruplar, bugün Tahran’ın Ortadoğu siyasetini destekliyorlar.
Bu kriz, İran’da komşu ülkeler ve dünyayla daha sağlıklı ilişki kurmak isteyen pragmatist grupların zayıflamasına ve askerlerin, radikallerin dış politikadaki etkinliğinin sürmesine de hizmet ediyor. Hamaney bu krizden yaralanarak Şubat'taki 5. Uzmanlar Meclisi (Hubregan) ve milletvekili seçimlerini istediği doğrultuda yönlendirmek istiyor.
Çeşitli etnik grupların, mezhep ve dinlerin bir arada yaşadığı İran bu çatışmaların riskinin hatta İran’ın içine de sıçrayabileceğinin farkında. Ancak yine de bu süreçten kazançlı çıktığını düşünüyor çünkü Şii-Sünni gerginliğinde sıcak çatışmalar Arap topraklarında yaşanıyor.Şii-Sünni çatışması İran içinde şimdiye kadar bir istikrarsızlık yaratmadı. İran, Arap devletleri yıkıldıkça güç kazanıyor. Bahreyn ve Suudi Arabistan’daki muhtemel her değişim, İran’ın bölgesel hegemonyasının tescili anlamına geliyor.
Ortadoğu'daki jeopolitik mücadeleyi iyice keskinleştiren bu gerginliğin Yemen ve Suriye krizlerinde diplomatik, siyasi çözüm arayışlarını ve süreçleri zorlaştıracağı aşikar.
Artan Şii-Sünni gerginliğinin önüne geçilmezse, bazı bölgelerde mezhepsel çatışmaların yaşanması kuvvetle muhtemel. Bu bağlamda IŞİD'le mücadele ve Musul'un IŞİD'den özgürleştirilmesi de zorlaşacak; her iki tarafta da mezhepçi radikal grupların liderliği ele geçirme ihtimali doğacak; tekfirciliğin siyasi ve ideolojik meşruiyet zemini artacaktır. Ayrıca Irak, Lübnan ve Bahreyn'de Şii-Sünni gerginliği etrafında yeni krizler de ortaya çıkabilir.
Peki İran Suudi Arabistan'a karşı ne yapabilir? Suudilerin bölgedeki etkinliğini kırmak için Lübnan, Irak, Yemen, Bahreyn ve hatta Suudi Arabistan’ın içindeki müttefiklerini harekete geçirebilir. Rejimin bu krizi Suudi Arabistan karşıtlığı üzerinden Şii İslamcılığı hareketlendirmek için güçlü bir motivasyon gibi kullanacağı açık.
Bu harita Rusya’nın Suriye’deki askeri varlığının gelişim sürecini ve yerleşimini göstermektedir.
Görüldüğü üzere Himeymim Havaalanı ve Tarsus Limanları en önemli bölgelerdir. Özellikle bu tabloda sağ üst köşede Himeymim Havaalanı’da bulunan Rusya askeri araçlarının türü ve sayısı verilmiştir.
Ayrıca haritada Suriye’deki grupların hakimiyet alanlarıyla birlikte Rusya’nın savaş uçaklarıyla ve uzun menzilli füzelerle vurduğu bölgeler gösterilmektedir.
İran ve dünya siyasi tarihinde “ Azerbaycan Krizi” ( Bohran-e Azerbaycan) olarak adlandırılan olgu Azerbaycan Milli Hükümeti’nin kod ismidir. Tebriz başkentliğinde kurulan Azerbaycan Milli Hükümeti (1945-46) küresel sistemi nitelik değişimine zorlamıştır. Söz konusu hükümet, Orta Doğu ve dünyada ABD’yi daha aktif politika üretmeye itmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra SSCB karşıtı ABD’nin aktif politika üretmeye kalkışması “ Soğu Savaşın” başlanması ile sonuçlanmıştır. Azerbaycan Milli Hükümeti, Soğu Savaşın ortaya çıkmasını tetikleyen ve bu sürecin ilk somut güç çekişme alanı olmuştur.
Azerbaycan Milli Hükümetin küresel nitelikteki önemi, onun yorum ve çözümleme çalışmalarını da zorlaştırmıştır. SSCB yakınlığı ile bilinen Azerbaycan Milli Hükümeti hakkında tarafsız rapor ve çalışma bulmak ciddi şekilde zordur. 1945’ten günümüze kadar Azerbaycan Milli Hükümet hakkında yazılar Soğuk Savaş mantığı ve zihniyeti çerçevesinde yazılmıştır. Soğuk Savaşın yaratığı sert, dışlayıcı ve komplocu politik ortamı çerçevesinde Azerbaycan Milli Hükümetinin kuruluşu “ SSCB’nin komplosu” olarak değerlendirilmiştir.
Soğuk Savaşın bitmesinin ardından Azerbaycan Milli Hükümet hakkındaki yargı değişmeye başlansa da ama söz konusu siyasi oluşumun ortaya çımasında etkili olan iç ve dış faktörlerin etkisi doğru ve tarafsız şekilde yorumlanmamıştır.
Azerbaycan Milli Hükümeti, bütün büyük ve tarihi niteliği olan siyasal ve sosyal olgular gibi çok çeşitli faktörlerin etkisi sonucu doğmuştur. Milli Hükümetin ortaya çıkmasında hem küresel sistemde gerçekleşen olaylar hem de ülke içinde cereyan eden siyasal, ekonomik toplumsal ve kültürel faktörler etkili olmuştur. Başka bir ifade ile Milli Hükümet, kürse sistemdeki trendler ile ülke içinde süreçlerin anlamlı bütünleşmesi ve birleşmesinden doğmuştur. Yazımızın amacı yukarıda belirtmeye çalıştığımız hususlar - küresel sistemdeki trendlerin ülke içinde faktörler ile anlamlı bütünleşmesi- ışığında Milli hükümetin doğuşunu analiz etmeye çalışmaktır.
Rıza Han İktidarı ve Azerbaycan Politikası
Kaçarlar döneminde (1780-1924) Azerbaycan İran’ın ticaret ve sanayi merkezi olarak tanınıyordu. Azerbaycan ekonomik alanda birinci güç siyasi alanda ise ikinci merkez konumdaydı. Başka bir ifade ile Tebriz, başkent Tahran’dan sonra İran’ın ikinci siyasi ağırlığı olan kent sayılmaktaydı. Fethali Şah döneminden başlayarak Tebriz, veliahtların oturduğu bölge olmuştu. Bu durum, Tebriz’in siyasal ve ekonomik anlamda öneminin artması anlamına gelmekteydi. Tebriz’de de Tahran’da olduğu gibi bir saray ortaya çıkmış, bu sarayın varlığı sebebi ile Azerbaycan’ın yabancı ülkeler gözünde önemi artmıştı. Diğer taraftan sarayın varlığı sebebi ile de başkentin siyasal sürecinde etkisi daha fazla olmuştu. Abbas Mirza, Müzefferudin Şah ve Mehmet Ali Şah, kendi veliahtlık dönemlerinde Tebriz’de vali olarak çalışmışlardır.
Güney Azerbaycan’ın jeopolitik konumu ve dönemin siyasal koşulları nedeni ile dış ticaret ciddi gelişme göstermişti. Bu dönemde İran’ın güney sınırı İngiltere kontrolünde olduğu için ticaret yoluna kapatılmıştı. İran’ın doğu sınırlarında Afganistan olduğu için ticarete uygun değildi. İran’ın en önemli ticaret bölgesi, Azerbaycan eyaletiydi. Hem Rusya hem Osmanlı ile sınırı olan Azerbaycan’da tüccarların bu bölgeler ile önemli ticari ilişkileri vardı. Bu durum, Tebriz’de ticaretin gelişmesine neden olmuştur.
Güney Azerbaycan’ın İran siyasal ve ekonomik hayatındaki önemi, 1924 ‘te Rıza Han Pehlevi’nin iktidara gelmesi ile değişmeye başlamıştır. Kendisini “Pers Kralı” olarak ilan eden Rıza Han ordu, iktisat ve toplumun bütün güç odaklarını denetimine almıştır. Rıza Han 1926 yılından sonra (saltanat töreninden sonra) devlet mekanizmasını kendisine bağlamıştır. Rıza Han’a direnç gösterebilen partiler ve politikacılar susturulmuşlardır. Rıza Han 1927 yılında partileri yasadışı ilan ederek siyasileri tutuklamaya başlamıştır. Aşırı baskıcı yöntemler uygulayarak toplumun direnç gösteren kurumlarını çökertmiştir. Hassam Modderres, Kaçar hanedanına mensup olan Dr. Muhammed Musaddık ve Hasan Pirniya gibi ünlü siyasi adamlar meclisten uzaklaştırılmıştır. Rıza Şah iktisadi çalışmaları da kendi elinde toplamıştır. Rıza Şah döneminde kurulan fabrikalar ya Şah’ın özel mülküdür veya ortaklığında kurulmuştur.
Rıza Han sadece siyasal ve iktisadi yapıyı değiştirmekle yetinmemiş, ülkenin toplumsal, kültürel ve etnik yapısını da değiştirmeye yönelmiştir. Rıza Han göçebe aşiretleri zorunlu iskâna yönelmiştir. “Tahta Kapı” politikası diye adlandırılan bu politika süresinde direnç gösteren bütün aşiretler çok kanlı bir şekilde itaate zorlanmışlardır.
Rıza Han kültürel farklılığı ortadan kaldırmak ve Farslaşmayı geliştirmek için 1927’de “Düşünce Geliştirme Kurumu”nu kurmuştur. Bu kurumun görevi kültürel farklılıkları ortadan kaldırmak ve türdeş bir milli kimlik oluşturmaktır. Rıza Şah ulus-devlet anlayışını yaygınlaştırmaya çalışmıştır. Bu amaç merkeziyetçi bir devleti ve türdeş bir halkı gerektirmekteydi. Rıza Han bundan dolayı çeşitli etnik kimlikleri inkâr politikasını benimsemiştir.
Modern İran’ı kurmayı amaçlayan Rıza Han şoven bir Fars milliyetçiliği anlayışına sarılmıştır. Rıza Han’ın modernleşme için kullandığı araçlar dinsizleştirme, kavimcilikle mücadele, Fars milliyetçiliğini yayma, eğitim sistemini geliştirme ve devlet kapitalizmidir”
Rıza Han iktidara geldikten sonra Tebriz ve Azerbaycan’ın sahip olduğu bütün güç ve ayrıcalıklarını almaya çalıştı. Aşırı merkeziyetçi zihniyete sahip olan Rıza Han Azerbaycan’ın merkezi yönetimde siyasi etkinliğini kırdı. Tebriz siyasi etkinliğinin kırılmasını ardından ekonomi alanda da güçsüzleşmeye başladı. Türkiye ve Kafkas sınırlarının kapatılması Güney Azerbaycan ekonomisine zarar verdi. Rıza Han’ın Tahran’ı ekonomik bir güç haline getirmeye çalışması Azerbaycan’a büyük zarar vermişti. Çünkü bu politikanın sonucu olarak esnaf Tahran’a göç etmek zorunda kalmıştır. Rıza han iktidara geldiği zaman İran’ın diğer bölgeleri ile karşılaştırdığımızda Azerbaycan gelişmiş düzeyde sanayi merkezi idi. Rıza Han’ın hedefi Azerbaycan’da olan sanayi ve iş merkezlerini ya Tahran’a çekebilmesi veya yok edebilmesi doğrultusundaydı. Tahran’ın ekonomik merkez olması Azerbaycan’da işadamlarını yoksullaştırmış ve Tahran’a göç etmek zorunda bırakmıştır. Rıza Han’ın politikası sonucu kitlesel yoksulluk ortaya çıktı ve Azerbaycan halkının ekonomik durumu çok zorlu bir döneme girdi. Chon Foran yukarıdaki tarihi gerçekleri “Rıza Han’ın politikaları neticesinde Tahran’ın gelişmesi ve kalkınmasına karşın ticaret ve tarım zengini olan Azerbaycan fakirleşti” ifadesi ile özetlemektedir. Azerbaycan’ın merkezi Devlet tarafından bilinçli ve planlı olarak yoksullaştırma politikası Tahran ’da ki basın çalışanlarının da dikkatini çekmişti ve çeşitli itiraz yazıları yazılmıştır.
İran’a modernleşme olgusunun taşıyıcıları, Azerbaycan Türkleri olmuştur. İlk modernleşme çabası Abbas Mirza tarafından Azerbaycan’da gerçekleşmiştir. (dip not-arif keskin). Bu sebepten ilk modern okul, basım ve gazete Azerbaycan’da çıkmıştır. Söz konusu sebepten dolayı Azerbaycan’da geniş bir aydın kesim oluşmuştu. Azerbaycan Türkçesini seven ve bu dilde edebi çalışmalarda bulunan kesim ortaya çıkmıştır. Rıza Han’ın kültür politikası Azerbaycan Türk dilini ve kültürel hayatının mahvedilmesi doğrultusundaydı. Rıza Şah’ın Türkçe konuşmak yasaklanmıştı. Bu yasağın kapsamı o kadar genişlemiştir ki, yas meclislerinde Türkçe ağıt söylemek suç sayılmıştır.
Türk dilinin mahvı doğrultusunda büyük çapta kültürel ve psikolojik savaş başlatılmıştır. Kaçarlar(1780-1925) döneminde Azerbaycanlı olmak ayrıcalık idiyse de, Pehlevi dönemi aşağılık konumuna getirilmeye çalışıldı. Kültürel-psikolojik savaş Azerbaycan Türklüğünü milli kimliğinden uzaklaştırmayı amaçlamıştır. Türklük aşağılanırken Azerbaycanlıların Türk olmadığı vurgulanmıştır. Azerbaycan Türkleri, Türkçe konuştukları için aşağılanmışlar ve etnik olarak Ari oldukları savı ile yüceltilmişlerdir. Bu ikili ve karmaşık politika, eş zamanlı “aşağılama-yüceltme” politikası olarak nitelenebilir.
Tahran bu aşağılama-yüceltme politikasını eğitim sistemine de yerleştirmiştir. Baskıcı uygulamaların temel amacı, Güney Azerbaycan Türklüğünü psikolojik ve kültürel olarak asimle etmektir. Azerbaycan Türklerine getirilen Farsça konuşmak zorunluluğu dışında, Türkçe yer, bölge ve insan isimleri değiştirilmiş ve Türkçe isim koymak yasaklanmıştır.
İkinci Dünya Savaşı ve İran’ın İşgal Edilme Serüveni
Rıza Han’ın politikaları İran içinde ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel sorunlar yarattığı bir dönemde 1939’da İkinci Dünya savaşı gerçekleşti. İkinci Dünya Savaşı, İran’ın hem iç siyasi sistemini hem de küresel sistemdeki konumunu değiştirdi. Savaş, İran ekonomik hayatını çok olumsuz etkileyerek halkın daha fazla fakirleşmesini sağladı.
İran, İkinci dünya Savaşı başladıktan hemsen sonra bildiri yayınlayarak tarafsızlığını ilan etti. İran tarafsızlığını ilan etse de Rıza Han’ın Almanya ile yakın olma isteği biliniyordu. Rıza Han, Hitler’in “Arı ırkın üstünlüğü” söylemini ciddi şekilde beğeniyordu. Bu sebepten 1933’ten Hitler iktidara geldikten sonar İran-Almanya ilişkileri çok ciddi şekilde ilerleme kaydetti. İran’ın Almanya ile olan yakınlığı Rusya ve İngiltere’yi de rahatsız etmekteydi. Ancak İran, savaş sırasında tarafsızlık politikası ilan ederek bu rahatsızlığı daha fazla körüklemek istemediğini gösterdi.
İran dünya ile olan ilişkilerinde denge politikası yürütmeye çalışsa da İkinci Dünya Savaşının seyri İran’ın kaderini alt üst etti. Almanlılar, SSCB ordusunu yenerek Rusya topraklarına girmeyi ve o topraklarda ilerlemeyi başarmışlardı. Almanlıların bu başarısı İngiltere’yi harekete geçirdi. İngiltere, Ruslara yardım edilmesi gerektiğini ve bu yardım için en iyi ve güvenilir koridor İran olarak düşünüyordu. İngiltere ve Rusya bu konu üzerinde anlaşarak İran’ı işgal etmeği kararlaştırdılar. Bu doğrultuda, 25 Ağustos 1941’te İran’ın kuzey bölgesi Ruslar ve Güney bölgesi ise İngiltere tarafından işgal edildi. İran’ın işgali, Rusya-Almanya savaşında Rus ordusuna silah, sağlık ve gıda ulaştırmak amacı ile gerçekleştirildiği bildirdi.
Müttefik güçlerin işgal girişimi karşısında ne İran ordusu ne de halk tarafından hiçbir direniş gösterilmedi Söz konusu durum Rıza Han’ın kendisini de şaşırtmıştı. İşgal meselesi Rıza Han Pehlevi’nin halk içinde hiç meşruiyet ve tabanı olmadığını açıkça göstermişti.
Müttefikler, Rıza Han’dan ülke içindeki Almanlıların görevine son vermek ve sınır dışı edilmelerini istediler. Rıza Han bu isteğe olumlu yanıt vermediği gerekçesi ile 1941’te iktidardan uzaklaştırıldı ve yerine veliahdı olan oğlu Muhammet Rıza Pehlevi getirildi.
Rıza Han’ın devrilmesi ve Azerbaycan
Rıza Han işgal güçleri tarafından iktidardan uzaklaştırıldı. Rıza Han'ın devrilmesinden sonra ülkede toplumsal ve siyasal değişimler gerçekleşmiştir. İşgal altındaki İran, özgürlükçü bir İran olmuştur. Ülke çapında bazı özgürlükler verilmiştir. Siyasi mahkûmlar serbest bırakılmıştır. Basına yönelik sansür kaldırılmış, siyasal ve toplumsal örgütlenme başlamıştır.
Aşırı merkeziyetçi Devletin çöküşü toplumun genelinde bazı istek ve çatışmaların siyasal alana taşınmasına neden olmuştur. Bütün diktatörlerin yıkılışın ardından ortaya çıkan siyasi olaylar İran’da da kendini göstermeye başlamıştır. Hesaplaşma ve ifşa süreci başlamıştır.20 yıl boyunca sessiz kalan basın sert dille Pehlevileri yargılamaya başlamıştır. İran toplumu radikal siyasal ve toplumsal hareketler için hazır hale gelmiştir. Radikal siyasal ve toplumsal eğilim ve isteklerin temeli Rıza Han’ın kurduğu despot siyasal ve toplumsal yapı içinde doğmuştur. Rıza Han döneminde temelleri pekişen çatışmalar üç boyutta, sınıfsal, milliyetçi (etnik ve dilsel) ve dinsel çatışma esasında patlak vermiştir.
Rıza Han’ın gitmesinin Güney Azerbaycan’da çok geniş siyasal hareketlilik ortaya çıkmaya başlamıştır. Nıkkı R. Keddıe bu dönemdeki Güney Azerbaycan’ı şu cümlelerle ifade etmektedir: “Rıza Han’ın devrilmesinin ardından en güçlü isyanlar İran’ın kuzeyinde yerleşen Azerbaycan eyaletinde gerçekleşmiştir. Azerbaycan’ın sol ve radikal eğilimlere yatkınlığının tarihi kökenler vardı. Azerbaycan’ın merkezi yönetimden olan hoşnutsuzluğu ve rahatsızlığı çok derin idi. Azerbaycan, İran ’in diğer eyaletlerinden daha fazla vergi ödemek zorundaydı ancak ödediği vergilerden yararlanamıyordu. Azerbaycan’da Türk dili okullarda eğitilmiyordu ve resmi yazışmalar da kullanılması yasak olmuştu. Fars dilini Azerbaycan halkına dikte edilmesi rahatsızlık ve hoşnutsuzluk doğurmuştu”.
Rıza Han’ın devrilmesinin ardından Azerbaycan’da etnik ve dilsel sorun ön plana çıkmıştır. Rıza Han’ın Azerbaycan ’ı yok etme politikasının sonucu olarak Azerbaycan’ın politik hayatında milliyetçilik söylemi başat ve belirleyici söylem haline gelmiştir. Azerbaycan’da kurulan partiler ya milliyetçi partilerdi veya milliyetçi slogan ve söylemleri önemsemek zorunda kalan partiler olmuşlardır.
Rıza Şah devrildikten sonra "Cemiyet-e Azerbaycan" adlı teşkilat oluşturuldu. Bu teşkilat Ali Şebesteri ve İsmail Şems tarafından kurulmuştur. Yarı Türkçe ve yarı Farsça olan "Azerbaycan" adlı bir gazete çıkarmağa başlamış, kültürel çalışmalarda bulunmuş ve Türk dilinde tiyatro eserleri sahneye koymuştur. "Cemiyet-e Azerbaycan" altı ay sürmüş ve Tahran’ın baskısı ile cemiyet dağıtılmış; "Azerbaycan" gazetesi de kapatılmıştır.
Cemiyet-e Azerbaycan, Azerbaycan'ın temel sorununun milli olduğunu söylüyordu. Bütün dinsel ve bölgesel (köy, kent) farklılıkların bırakılarak Azerbaycanlı kimliği altında birleştirilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Cemiyet-e Azerbaycan’ın düşüncesine göre Azerbaycanlılar Fars değildir ve kendilerine özgü dilleri ve kültürleri vardır. Azerbaycan'da okullar ve idari işlemler Azerbaycan dilinde olmalıdır.
Azerbaycan Cemiyeti’nin yanı sıra başka siyasi teşkilatlar da ortaya çıkmaya başladı. Azerbaycan Emekçiler Teşkilatı (Azerbaycan Zehmetkeşler Teşkilatı) Azerbaycan Milli Hareketi açısından çok önem ifade etmekteydi. Bu teşkilat Ocak 1942’te kurulmuştur. Bu teşkilatın yayınladığı ilk bildiride Eyaleti ve Velayeti Encümenlerin kurulması istenilmişti. Azerbaycan Emekçiler Teşkilatı kısa süre içinde çok büyük güç ve nüfuz kazanmayı başarmıştır. Söz konusu teşkilatın sadece Tebriz kentinde 10 binden fazla üyesi olmuştur. Bu teşkilat çok çeşitli klüpler kurarak halk içinde geniş tebligat işini yürütmüştür. Azerbaycan Emekçiler Teşkilatı’nın başarısı milliyetçi söyleme sahip olmasından kaynaklanmaktaydı. “ Azerbaycan Cemiyeti ve Emekçiler teşkilatı birçok konuda farklı görüş ve bakış açısına sahip olsalar da Azerbaycancılık (Azerbaycançılık) konusunda ortak tutum ve bakış açısına sahiplerdi. İki teşkilatın Azerbaycancılık meselesinde bakışı açıları bir birleri ile örtüşüyordu.
Bu dönemde Azerbaycan’da faaliyet gösteren diğer önemli teşkilat Tudeh Partisi (Hezeb-e Tudeh) olmuştur. 1941’de Rıza Han’ı sürgüne gönderilmesinin hemen ardından Tudeh Partisi kurumuştur. Komünist ideolojiye sahip olan Tudeh Partisi, Süleyman Mirza İskenderi liderliğinde ve İran çağdaş tarihinde 53 Kişi olarak bilinen grubun 27 üyesi tarafından kurulmuştur. 1941’de kurulan Tudeh Partisi aynı yıl içinde ilk il teşkilatını Azerbaycan’da örgütlemiştir. Tudeh Partisi, Azerbaycan’da güçlü bir parti olsa da istediği güç ve kapasiteye sahip olamamıştır. Tudeh Partisi, Azerbaycan’da siyasal ve toplumsal seferberlik yaratacak güce sahip olmamıştır ve olacak potansiyeli de söz konusu değildi. Çünkü Azerbaycan ’da ki siyasal dinamikler milliyetçi ve Azerbaycancı hareketlere daha fazla yatkınlığı var idi.
Azerbaycan’da milliyetçi eğilim Tudeh Partisinin Azerbaycan il teşkilatını da ciddi şekilde etkilemiştir. Söz konusu durum Azerbaycan teşkilatı ile merkez arasında Azerbaycan meselesi konusunda görüş ayrılığını doğurmuştur. Azerbaycan’daki Tüdeh Partisi’nin İl Teşkilatı, Tahran'dan farklı olarak etnik ve dilsel farklılıklar öne sürmeye çalışıyordu. Milli sorun konusunda Tebriz ve Tahran arasında fikir birliği yoktu. "Tebrizlilere göre İran çok etnikten oluşan bir ülkedir. Tahran'a göre ise İran milleti bölünmez bir bütündür".Tebriz Tüdeh partisine göre, Azerbaycan dili Azerbaycanlının farklı bir milliyetten olduğunu gösteriyordu. Buradan hareketle Azerbaycan'a kendi kendisini yönetme hakkı ve eyalet meclisini kurma izni verilmeliydi. Azerbaycanlı Tudehlileri, Güney Azerbaycan’da Azerbaycan dilinin eğitimde, mahkemede, devlet dairelerinde resmi dil olmasını istiyorlardı. Ancak Tahran' da ki Tüdeh Partisi Genel Merkezi, Azerbaycan Türkçesini bir lehçe olarak görüyor ve bu isteğe muhalefet ediyordu.
Azerbaycan Demokrat Partisi ve Seyit Cafer Pişeveri
Güney Azerbaycan toplumu içinde var olan istekler ve eğilimler, siyasi ve kültürel elitlerin siyasal söylemleri; bütün toplum katmanlarını kapsayacak ve Azerbaycan’da var olan milliyetçi istekleri dile getirecek bir partinin kurulmasını tarihsel bir zorunluluk olarak ortaya çıkarmaktaydı. Çünkü kurulan partiler beklenilen hedefleri ne gerçekleştirmek istiyorlardı ne de gerçekleştirecek kapasiteye sahiplerdi. Güney Azerbaycan'da bütün koşullar milli devrim için hazır idi. Bu dönemde Tahran gazetelerinin birisi Azerbaycan ’daki siyasal durumu “Azerbaycan karışık ve devrim için hazırdır” şeklinde ifade etmektedir.
Güney Azerbaycan milli bir parti arayışı içerisinde olduğu dönemde S.C. Pişeveri ve Ali Şebesteri arasından geçen diyaloglar ve yazışmalardan sonra, Pişeveri "Ajir" gazetesini bırakarak Tahran’dan Tebriz'e geldi. Seyit Cafer Pişveri ’nin Tebriz gelmesi ile Güney Azerbaycan tarihinde yeni bir sayfa açılmış oldu.
Seyit Cafer Pişveri, Azerbaycan Türklerinin yetiştirdiği en önemli siyasi ve ideolojik liderlerinden olmuştur. Seyit Cafer, Halhal kentinde Zaviye-Sadat köyünde doğmuştur. Köylerdeki yaygın ekonomik sıkıntılar Pişeveri ailesini de göçe zorlamıştır. 1905 yılında Pişeveri ailesi Bakü'ye göç etmiş ve Bakü’nün Bülbüle köyünde yerleşmiştir. Pişeveri Kuzey Azerbaycan'da gerçekleşen siyasal ve ekonomik gelişmelerden büyük çapta etkilenmiştir. Bakü'de "İran Adalet Partisi"ne katılmış, "Himmet" adlı sosyal demokrat grup ile ilişki kurmuştur. Pişeveri, "İttihat" okulunda öğretmen olarak görev yaparken "Açık Söz", "Azerbaycan" ve "Himmet" gazetelerinde yazılar yazmıştır. 1918 yılında Bakü’de Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu dönemde Bolşeviklere yakın olan Pişeveri, Adalet Partisi genel merkezinin onayı ile Bakü’de "Hürriyet" gazetesini çıkarmaya başlamış, daha sonra partisinin talimatı ile Gilan'a gitmiştir. 1920 yılında Gilan’da Bolşeviklerin ve İranlı komünistlerin yardımı ile Molla Mirza Kuçek Han-ı Jengeli, Sosyalist Gilan Cumhuriyeti’ni ilan etmiştir. Pişeveri Gilan Cumhuriyeti'nin dışişleri bakanı olmuştur. Gilan hükümeti devrildikten sonra Pişeveri, Tahran’a gitmiş ve orada "Hakikat" gazetesini çıkartmaya başlamıştır. 1924 yılında Rıza Han’ın iktidara gelmesi ile ülke çapında baskıcı yöntemler uygulanmaya başlamasından sonra, Pişeveri 1930 yılında hapse atılmıştır. 11 yıl hapiste kalan Pişeveri Müttefiklerin İran’a girmesi ile 1941’de hapisten çıkmış ve “Ajir” gazetesini çıkartmaya başlamıştır.
Seyit Cafer Pişeveri, Güney Azerbaycan Türklerinin siyasal düşüncesinin zirvelerinden sayılmaktadır. Ömrünün sonuna dek İran ve Azerbaycan ( Güney ve Kuzey) siyasal hayatında önemli yer alan Pişeveri, Rusya v Kafkasya’ da ki Komünizm hareketinden ciddi şekilde etkilenmiştir. Amma zaman süreci içinde Pişeveri’nin Komünizm konusunda düşüncesi değişmiştir. Pişeveri, Komünizm ideolojisinin İran’da kurtuluş mücadelesi ideolojisi olmayacağının farkına varmıştır. İran’da kurtuluş mücadelesi için toplumun bütün sınıf ve katmanlarının katılımının zorunluluğa inanan Pişeveri, söz konusu geniş katmanlı toplumsal seferberlik için milli bir ideolojinin gerekliliğine inanmıştır. Pişveri, İran’da komünizmin böyle bir siyasal ve toplumsal seferberlik yaratacak gücünün olmadığı fark etmiştir ve yeni arayışlar içine girmiştir. Nitekim hapishanede karşılaştığı 53 Kişi grubuna katılmadığı gibi 1941’de kurulan Tudeh Partisi’ne da katılmamıştır.
Pişeveri’nin siyasi ve düşünsel hayatında değişen diğer önemli olgu İranlılık olgusu idi. Pişeveri ilk siyasi hayatından İranlılık düşüncesi çerçevesinde hareket etmiştir. Pişveri ilk dönem siyasal düşünce hayatında “ Azerbaycan’ı İran’ın ayrılmaz bir parçası olarak” görmüştür. Pişveri’nin bu konudaki düşüncelerinin değişmesi onun İranlılık algılamasından kaynaklanmakta olduğunu söyleye biliriz . Pişeveri İranlılık düşüncesine sahip olsa da Fars milliyetçi ideolojisine de karşı olmuştur. Gençlik dönemindeki ilk yazılarından itibaren merkeziyetçi zihniyete karşı çıkan Pişe veri adem merkeziyetçi bir İran düşüncesine sahip olmuştur. Bazı tarihçiler, genç Pişveri’nin aşırı merkeziyetçi politikalara karşı olmasının sebebini İran’ın parçalanmasından korktuğuna dayandırmaktadırlar. Genç Pişeveri’nin adem merkeziyetçi bir İran istemesinin çok daha derin ve önemli sebepleri vardır. Genç Pişveri modern, demokratik, çoğulcu ve farklılığı barındıran hukuka dayalı bir Devlet arayışı içinde olmuştur. .Pişeveri’e göre ABD, İsveç ve Rusya gibi modern devletler âdem merkeziyetçi bir yapılanmaya sahiplerdir. Pişeveri ’ye göre İran da siyasal, toplumsal ve ekonomik gelişim istiyor ise merkeziyetçi yapılanmaya son verilmelidir. Bu durumdan çıkışı yolu için Eyaleti ve Vilayeti Encümen ’in kurulmasını öne sürmektedir. .Genç Pişveri’ye göre İranlılık kimliği bütün kimliklerin üzerinde olsa da bütün bölgesel (eyalet) kimlikleri bastırmak anlamına gelmez. İranlılık olgusu farklı kimliklerin de yaşamasına fırsat vermelidir. Genç Pişeveri, İran’ın parçalanmasını kabul etmese de ayrılıkçı hareketlere saygı ile yanaşmaktadır. Genç Pişeveri “eğer İran ’ da ki halkların ayrılmasını istemiyorsanız İran’ı yaşana bilir ülke haline getirmeniz gerekmektedir” düşüncesini söylemektedir. Genç Pişveri bu bağlamda 1920’de Şeyh Muhemmet Hiyabani liderliğinde gerçekleşen Azadistan Devletini çok açık şekilde desteklemektedir. Pişeveri bu dönem de merkez ve çevre arasındaki sorunda merkezi yönetimin politikalarını sorunlu bulmaktadır. Pişeveri, ciddi şekilde merkez yönetime ve merkezci politikacılara güvensizlik duymaktadır. Merkez ve eyalet ayrımını sürekli vurgulayan genç Pişveri merkezdeki zihniyeti sorunların gerçek suçlusu olarak göstermektedir. Pişveri’e göre eyaletlerin ve velayetlerin çabası sonucu kazanılan özgürlükler merkezi yönetim ve merkezci zihniyetler tarafından savrulmuştur.
Pişveri bu yazıları, Kaçarların son yıllarında ve Pehlevi’lerin yavaş yavaş güç kazanmaya başladığı bir dönemde yazmıştır. Genç Pişeveri’nin merkez ve eyalet ayrımı, Eyaleti ve Velayeti Encümenlerin kurulmasını istemesi ve merkez yönetime olan güvensizliği, onun Meşrutiyet Hareketi (1906-1991)’ndeki Azerbaycanlı politikacılardan ve 1920’de Azadisatn Devletini kuran Şeyh Muhemmet Hiyabani’den etkilendiğini göstermektedir. Pişveri’nin söz konusu düşüncesi, onu 1906’dan başlayan Güney Azerbaycan Milli Hareketi’nin düşünce geleneğine bağlamaktadır. Genç Pişeveri aynı Meşrutiyet dönemindeki Azerbaycanlılar gibi İranlıların ve Azerbaycanlıların mutluluğunu, gelişmesini ve ekonomik refahını demokratik, çoğulcu, eşitlikçi ve adem merkeziyetçi bir İran içinde aramaktadır. Genç Pişeveri’nin söz konusu arayışı onu merkezci zihniyetten daha fazla uzaklaşmaya götürmüştür. Pişveri’nin merkezci zihniyetten uzaklaşmasında Rıza Han’ın Fars milliyetçiliğinin ideolojik savalarına dayanarak aşırı merkeziyetçi politikaları ve bu politikaların sonucunda Azerbaycan’ın mahva doğru gitmesi belirleyici olmuştur. Pişveri ‘e göre Rıza Han, Azerbaycan’ın ekonomik gücünü, sosyal yapısını, kültürünü, dilini ve edebiyatını yok etmiştir. Söz konusu düşünce Pişveri’nin siyasi düşüncesinde Azerbaycan olgusunun daha fazla öne çıkmasını sağlamıştır. Zamanla Pişveri’nin siyasal arayışlarında İranlılık düşüncesi gerilerken Azerbaycanlılık düşüncesi ciddi önem kazanmıştır. 1945’e gelirken Pişveri düşüncesinde Azerbaycan, İran’dan farklı ve bağımsız bir kimlik olarak doğmuştur.
1945’ten sonra Pişveri sürekli Azerbaycan üzerine vurgu yapmıştır. Türk kavramını çok fazla faydalanmayan Pişeveri Türk sözü yerine Azerbaycan ifadesini kullanmıştır. Pişeveri, Türk sözünü faydalanmasa da Azerbaycan’ın Türk kimliğini kabul ediyordu. Pişeveri’nin siyasi milliyetçi anlayışını Azerbaycanlıların etnik kimliği olan Türklük üzerinde inşa etmemiştir. Pişeveri’nin milliyetçi anlayışı “ Azerbaycan-Vatan” söylemi üzerinde şekillenmiştir. Pişeveri’nin Azerbaycan-Vatan söylemi, Azerbaycanlıların etnik kökenini, dil-edebiyatını, kültürünü, tarihini, coğrafi kimliğini ve siyasal iktidarını kapsayacak kadar geniş yelpazeli ve çeşitli içerikli milliyetçi söylemdir. Pişeveri’nin siyasal düşüncesini Türkçülüğü kendi içinde barındıran Azerbaycancılık (Azerbaycançılık) olarak tanımlamak mümkündür.
Pişveri, Azerbaycan kimliğini temel alan modern bir devlet kurulması arayışı içindeydi. Seyit Cafer Pişeveri 1945’te bu hayalini gerçekleştirmek için Hac Ali Şebesteri’nin daveti ile Tahran’dan Tebriz’e gitti . Pişeveri’nin Tebriz gelmesi ile Azerbaycan Demokrat Partisi ( Azerbaycan Demokrat Firgesi) kuruluşunun temeli atılmış oldu.
Azerbaycan Demokrat Partisi’nin kurulması Seyit Cafer Pişveri, Hac Ali Şebsteri ve Sadık Padigan arasındaki kaç günlük müzakere sonucu kararlaştırılmıştır. Alınan karara göre Pişeveri 12 maddelik bir bildirge hazırlamıştır. Türkçe ve Farsça olan bildiri, 48 Azerbaycan milliyetçisi tarafından imzalanarak 2 Eylül 1945’te yayınlanmıştır. Bu 12 maddelik bildirgede İran'ın bütünlüğünü ve bağımsızlığını korumakla birlikte, Azerbaycan halkına iç özgürlük, kültürel özerklik ve kendini yönetme hakkı istenilmiştir. Bildirgede ayrıca eyalet ve vilayet encümenlerinin yeniden kurulması istenilen bütün toplumsal, iktisadi ve siyasi konulardan söz edilmiştir.
Bildirge yayınlandıktan sonra Azerbaycan'ın bütün köy ve kentlerinden bildirgenin içeriğini onaylayan yüzlerce telgraf gönderilmiştir. Bu bildirgenin yayınlanmasından sonra Azerbaycan Demokrat Partisi resmi çalışmalarına başlamıştır. Bildirgenin yayınlanmasından üç gün sonra 5 Eylül ‘de Azerbaycan gazetesi yeniden yayınlanmaya başlamıştır. Azerbaycan gazetesi Azerbaycan Cemiyeti’nin yayın organı olduğu için Hac Ali Şebsteri yönetiminde yayına başlamıştır. Bildirgenin yayınlanmasının ardından teşkilat kurma ve genişleme çalışmaları ciddi şekilde sürdürülmüştür. 12 Eylül 1945’de kurucular genel kurula davet edilerek 11 kişiden oluşan bir kurucu komite kurulmuştur. Bu komitede Pişeveri başkan ve Şebesteri yardımcı olarak seçilmiştir.
1 Ekim’de Azerbaycan Demokrat Partisini Birinci büyük kongresi gerçekleşmiştir. Bu kongreye Azerbaycan’ın her tarafından çok sayıda delege katılmıştır. Üç gün süren kongrede Tudeh Partisi resmi şekilde ADP ’ye katılmıştır. Tudeh Partisinin Azerbaycan İl Teşkilatının ADP’ye katılımı Tudeh’ın Tahran ’ daki merkezi bürosundan habersiz ve izinsiz gerçekleşmiştir. Bu kongrede tüzük çıkartılarak, 2 Eylül’de yayınlanan bildirge onaylanarak, milli özerklik ve Türkçe’nin resmi dil olması kongre tarafından kararlaştırılmıştır. Birinci kongrede 41 kişilik merkezi komite seçilmiştir. Söz konusu kongrede Pişeveri Parti başkanı olarak ve Ali Şebesteri ve Sadık Padigan ise Başkan yardımcıları olarak seçilmiştir.
Pişeveri liderliğindeki Azerbaycan Demokrat Partisi, Güney Azerbaycan siyasi tarihinin en modern teşkilat olarak değerlendirilmelidir. ADP toplumun bütün sınıf, tabaka ve katmanlarını kapsayarak çok büyük toplumsal ve siyasal seferberlik yaratacak potansiyel kazanmıştır. ADP ’nin geniş toplumsal taban kazanabilmesinin gerçek nedeni milliyetçi slogan ve söylem üzerinde ortaya çıkması olmuştur. Çünkü ADP, milli isteklerin Azerbaycan toplumu içinde bütünleştirici ve seferber edici gücünün farkındaydılar. ADP’nin programında milli özerklik ve özgürlük esas olarak seçilse de partinin tüzüğü toplumun ekonomik, kültürel, siyasal ve toplumsal hayatını da dönüştürecek nitelikte programa sahipti. Demokrasini desteklemek, bölgesel muhtariyet, okullarda ve idarelerde Türk dilinin resmi dil olarak kullanılması, azınlıkların ve kadınların hukukunu savunmak, işsizliğe son verilmesi ve Azerbaycan’da toplanan vergilerin Azerbaycan’da faydalanılması ADP programının temel öğelerini teşkil etmekteydi.
ADP kendi programının halk tarafından geniş destek gördüğünü bildikten sonra Azerbaycan’da hükümet kurmak için harekete geçmiştir. ADP, Azerbaycan sorunlarını çözmek için milli hükümetin kurulmasını zorunluluk olarak görmüştür. Milli hükümet kurulmadan Azerbaycan’ın ekonomik, siyasal ve kültürel sorunlarının çözülmesi imkânsız olarak yorumlanmıştır.
Pişeveri’nin konuşma ve yazı dili, Azerbaycan gazetesinin yazı tarzı ve verilen sloganlar değişmeğe başlayarak daha sertleşmiştir. ADP, Azerbaycan’ın birçok kent ve kazsında gösteri ve mitingler düzenlemiştir. Bu gösteriler, toplumun daha radikal siyasal karar ve eyleme ihtiyacı olduğunu göstermekteydi. ADP genel merkezine Azerbaycan’ın bütün bölgelerinden telgraflar gelmeye başladı ve halk Eyaleti ve Velayeti Encümenin kurulmasını istiyordu. ADP Güney Azerbaycan halkının devlet kurma iradesi ve isteğini anladıktan sonra Milli Hükümeti kurma yolunda temel ve esasi adımları atmaya başladı.
Güney Azerbaycan’da Tahran’dan bağımsız bir devlet kurmak için siyasi ortam tam anlamı ile hazır olmuştu. Bir taraftan Azerbaycanlılar böyle bir devletinin kurulmasını istiyordu diğer taraftan ise Tahran’ın böyle bir siyasi oluşumu bastıracak gücü yok idi. Rıza Han Pehlevi’nin iktidarı sonucu olarak ülkedeki derin ve yaygın hoşnutsuzluk ve İkinci Dünya Savaşından sonra ekonomik ve siyasi kriz İran devlet yapısını ciddi şekilde güçsüzleştirmişti. Rıza Han’ın yerine gelen oğlu Muhammet Rıza Pehlei ’de ülkeyi böyle karmaşık bir dönemde yönetecek kapasiteye sahip değildi. Üstelik Azerbaycan bölgesi Rus ordusunun işgali altındaydı. Tahran’ın ekonomik, siyasi ve yönetim gücünün iktidar işlevini yapmayacak kader zayıflaması nedeni ile ülke genelinde iktidar boşluğu doğmuştu. Söz konusu iktidar boşluğu Güney Azerbaycan ’da, Rus ordusunun varlığı sebebi ile daha da karmaşık hale gelmişti. Azerbaycan’ da ki durumu daha karmaşıklaştıran diğer konu ise Tahran yönetimine bağlı güçlerin Azerbaycan’da yaptığı yıkıcı işler olmuştu. Tahran yönetimi bütün zayıflığına rağmen bu dönemde Azerbaycan’a olan baskı ve şiddet eylemlerini artırmıştı. Tahran yönetimi baskı ve sabotaj işleri ile Güney Azerbaycan’da belirsiz ve emniyetsiz bir siyasal ortamın doğmasını hedeflemişti.
ADP ve Pişveri, İran ve Güney Azerbaycan’da ki durumu doğru anlayarak devlet kurulmasını sağlayan Büyük Halk Kongresi gerçekleştirilmesine karar verdi. Büyük Halk Kongresi (Böyük Xalq Kongresi) gerçekleşmesi ADP ve Pişeveri’nin demokrasi prensibine bağlılığından kaynaklanmaktadır. ADP ve Pişeveri’ye göre Azerbaycan’da devlet kurulacak ise de bu kararı Azerbaycanlılar vermelidir. Pişveri, Azerbaycan Milli Hükümeti kurulma doğrultusunda “ son söz milletindir” ifadesi kullanmıştır. Büyük Halk Kongresi halkın temel istek ve iradesinin ortaya çıkarılması için gerçeklemişti. Nitekim Büyük Halk Kongresi’ne katılan delegeler Güney Azerbaycan’da düzenlenen 180 mitingden seçilmişti.
20 ve 21 Kasım’da iki günlük süre ile gerçekleşen Büyük Halk Kongresi 150 bin kişinin imzası ve 700 delegenin katılımı ile gerçekleşti. Büyük Halk Kongresi’ne katılan delegeler Azerbaycan’ın kendine özgü dili, milliyeti, geleneği ve özellikleri olduğunu vurgulayarak bu sebepten kendi kaderini tayin etme hakkına sahip olması gerektiğini bildirdiler. Azerbaycan’ı İran’dan ayırmak istemediklerini ancak Azerbaycanlıları bir millet olarak kabul edilmelerini istediler. Büyük Halk Kongresi’ne Azerbaycan milliyetçiliği damgasını vurdu. Söz konusu kongrede Güney Azerbaycan’da özerk bir hükümetin kurulması istenildi. Azerbaycan’da özerk bir hükümetin kurulmasını kararlaştıran kongre kendini Kurucular Meclisi (Mecles-e Muessesan) olarak adlandırdı. Büyük Halk Kongresi’nde, Azerbaycan’da özerk bir hükümetin kurulması doğrultusunda somut adım atı. Azerbaycan'ın bağımsızlığını, iç özgürlüğünü sağlamak ve iç işleri yürütmek için 39 kişiden oluşan milli heyet seçildi. Milli Heyet merkezi hükümet ile görüşmek ve Milli Meclis seçimlerini yapmak için görevlendirildi.
Kongreden sonra beş gün içinde milli meclis için seçimler yapılmıştır. Bu seçime halk tarafından büyük ilgi gösterilmiştir. Bu seçimlerde ilk defa kadınlar da oy kullanmışlardır. Seçim olaysız gerçekleşmiştir. Azerbaycan milli meclisi kurulduktan sonra Şebesteri meclis başkanı seçilmiş ve Pişeveri milli hükümeti kurmak ile görevlendirilmiştir.
12 Aralık 1945’de Pişeveri Milli Hükümeti’n kurulmasını ilan etmiştir. Milli hükümetin ilanından sonra Tebriz kenti ADP’nin askeri kanadı olan Fedailer tarafından doldurulmuştur. Merkeze bağlı askeri güçler teslim olmuşlar ve bazı şehirlerde ADP’nin milis güçleri Urumiye’de olduğu gibi merkeze sadık kalan ordu birliklerini şiddet kullanarak bastırmışlardır. Böylelikle Güney Azerbaycan'da Milli Hükümet kurulmuştur.
Azerbaycan Demokrat Partisi, Azerbaycanlıların isteği üzerine Milli hükümeti kurmuştur. Milli hükümet döneminde yaptığı işler Azerbaycan halkı içinde nüfuzunun daha da atmasına sebep olmuştur. “Milli Hükümet çok geniş kapsamlı toplumsal reform gerçekleştirdi. İran tarihinde ilk toprak reformu gerçekleştirerek devletin topraklarını çiftçiler arasında paylaştırıldı. Milli Hükümetin çalışmaları sonucu İran tarihinde ilk defa olarak kadınlar oy kullanma hakkına sahip oldular. Hukuk sisteminde değişiklik yaratarak bedensel cezalandırmayı kaldırdılar. İl ve ilçelerde hükümet bürokrasinin sağlam çalışmasını kontrol etmek amacı ile yerel yönetim oluşturuldu. İş yasası çıkartıldı. Caddeler asfalt edildi. Eczaneler açıldı. Üniversite, radyo ve yayınevleri kuruldu. Sattar Han ve Bağır Han gibi Meşrutiyet dönemindeki Azerbaycan Milli Kahramanlarının adları Tebriz caddelerine verildi. Tebriz ciddi şekilde değişime uğradı”.
Azerbaycan Milli Hükümeti demokratik düşünce esasında hükümeti halk tarafından kontrol edilebilir hale getirmek için çoğulcu, şeffaf ve milleti temel alan siyasal bir düzen kurma çabasına girmişti. Azerbaycan‘ın ekonomik kaynakları milletin refahı ve gelişmesi doğrultusunda kullanılmıştı. Azerbaycan kaynaklarının kötüye kullanılmaması için yolsuzluk ve usulsüzlükle çok sert bir mücadele verilmişti. Pişeveri ‘nin başkanlığındaki Milli Hükümet
“Azerbaycan Azerbaycanlılarındır” söylemini gerçekleştirmek amacı ile siyasi, ekonomik, kültürel ve bürokratik politika ve programlar üretmişler ve bu programlar sayesinde Azerbaycan yeni bir dönem başlamıştı. Milli Hükümet’ in siyasal ve ekonomik alandaki sağladıkları başarı Pişeveri ve ADP’yi kabul etmeyenlerin de saygılığını kazanmaya zorlamıştı. Nitekim Richard Cottom, Milli Hükümetin yaptıklarını “ milli hükümetin bir yıl içinde yaptığını Rıza Han 20 yılı içinde yapmamıştır” ifadesini kullanmaktadır. Milli Hükümetin gerçekleştirdiği reformlar onun halkı için olan nüfuz ve gücünü artırmıştı.
Milli hükümet kurulduktan sonra Tahran karşı harekete geçmiştir. Arka arkaya hükümetler düştükten sonra Ahmet Kavam tarafından "Kavamulsaltane" hükümeti kurulmuştur.
Ahmet Kavam İran'ın ünlü siyasi ailelerindendir. Kavam, Nasireddin Şah sarayına katip olarak girmiştir. Meşrutiyet döneminde meşrutiyetçilere destek vererek bir kaç defa bakan olmuştur. Rıza Şah döneminde zorunlu olarak 20 yıl siyasetten uzaklaştırılmıştır.
Eski siyasetçilerin en gizemlisi olarak, siyasi hayatında çok farklı ve birbiri ile çelişen tavırlar göstermiştir. 1945 yılında Kavam başbakan seçilmiştir. Kavam sağ ve sol arasında denge kurmaya çalışmıştır. Sovyetler Birliği’nin desteğini kazanmak için Sovyet yanlısı kişileri kendi hükümetine almış, güvenoyu almadan önce Moskova'ya gitmiştir. Özellikle Tüdeh, Kavam iktidara geldikten sonra siyasi partilerin desteğini kazanmak için bazı girişimlerde bulunmuştur. Kavam hükümeti sıkıyönetim uygulamalarını kaldırmış ve örgütlenme özgürlüğü vermiştir. Basın ve yayın özgürlüğü tanımıştır. Halk tarafından sevilmeyen bazı kişileri görevden almıştır. Şah ile Kavam arasında soğukluk hâkimdi.
Kavam iktidara geldikten sonra “ Azerbaycan sorunu çözmek için” dış politikada önemli ataklar yapmaya kalkıştı. Kavam’ın en büyük desteğini ABD ve Batılı güçlerden görmekteydi. ABD bu dönemde İran ile çok fazla ilgilenmemekte ve İran konusunda daha çok İngiltere’nin politikası çerçevesinde davranmaktaydı. Güney Azerbaycan’da Milli hükümetin kurulması ve söz konusu yönetimin Rusya ile olan yakınlığı ABD’ni ciddi şekilde endişeye sokmuştu. ABD yenidünya gücü olarak böyle gerilimli bir vasatta İran ile ilgilenmeye başlamıştı. Amerika, Milli Hükümet sorununu BM’de çözmeyi kabul ediyor, BM'ye baskı yapıyordu. ABD ve BM, Rusya’ya ciddi şekilde baskı yapmak başlamıştır. Rusya ise bütün bu baskılara rağmen Güney Azerbaycan topraklarından kendi ordusunu çekmek istemiyordu.
SSCB’nin İran'ın kuzey bölgesindeki petrollerinin kullanım hakkını istediği söylenmekteydi. Gerçekten de, Stalin İran'ın kuzey petrolünü istiyordu. 1921 anlaşmasına göre Bolşevikler Çarlığın ayrıcalıklarını ve kapitülasyonları kaldırmışlardır. Bundan dolayı açıkça kuzey petrolüne Çar ayrıcalıklarının tanınmasını isteyemezlerdi. Kuzey petrolleri üzerinde tek başına hak iddia edemeyen Moskova ise İran’ın ortaklığı ile şirket kurmak istiyordu. SSCB’ni bu ayrıcalığı istemeye iten diğer önemli sebep İngiltere, ABD ve İran arsında 1944’te Washington ’da imzalanan petrol anlaşması idi. İran ve Batlılar arasındaki yapılan antlaşmadan rahatsız olan Rusya, İran kuzey petrollerini istemekte ısrarlı olmuştu. İran ise bu konuyu sıcak bakmamaktaydı. İran-Rusya arasında Kuzey petrolleri konusundaki anlaşmazlık SSCB’ni daha sert politikalara itmişti. SSCB bu sebepten Azerbaycan Milli Hükümeti’nin kurulmasına karşı çıkmamıştı. Çünkü Rusya bu hükümeti İran devletine karşı baskı ve pazarlık konusu yapma politikası düşüncesinde olmuştu..
İran, ABD’nin desteği ile BM ve dünyadaki büyük güçleri SSCB karşısında seferber etmeyi başarmıştı. SSCB’ye karşı bu dönem “ havuç ve sopa” politikası izlenilmişti. Sopa ve baskı politikanı ABD, BM ve Batılı güçler gerçekleştirmişti. Havuç politikasını ise Kavam gerçekleştirdi.
Kavam, böyle iç ve dış koşullarda 11 kişilik bir grup ile Moskova'ya gitmiş, burada İran-Rus ortak petrol şirketinin anlaşmasını imzalamıştır. Bu anlaşma karşılığında Stalin, Güney Azerbaycan sorununu İran'ın iç sorunu olarak görecek ve Kızılordu’yu altı hafta içinde İran’dan geri çekecektir. Stalin bu teklifi kabul etmiştir.
Kavam Moskova'dan geri döndükten sonra Tebriz’deki Azerbaycan milli hükümetinin liderleri ile görüşmeye başlamıştır. Bu görüşmelerin sonucunda bir Azerbaycan heyeti Tahran'a gitmiştir. Azerbaycan heyeti uzun süreli müzakereden sonra sonuçsuz Tebriz'e dönmüştür. Pişveri, Tahran ile olan sorunu barış yolu ile çözmek istemiştir. Muzefer Firuz başkanlığında bir heyet 1945'te Tebriz'e gelmiştir. Bir dizi görüşmenin sonucu olarak Azerbaycanlılar Zencan kentini Tahran'a vermeyi kabul etmişlerdir. Tahran’ın devraldığı Zencan'da hükümet kuvvetleri çok kanlı olaylara yol açmışlardır. Bu arada Tahran, Güney Azerbaycan’ı işgal için askeri hazırlıklara başlamıştır. İran ordusu Amerikalı Norman Schwartzkopf tarafından örgütlenmiştir. Ağır silahlarla donatılmış 5 özel askeri birlik Azerbaycan'a baskın yapmak için hazırlanmıştır.
Güney Azerbaycan ordusunu ise ADP’nin milisleri olan Fedailer, Kızılbaş (asker) ve Esanlu ve Cehaşşanlu aşiretini oluşturmuştur. Sovyetler Birliği’nin ordusu İran’ı terk ederken Azerbaycan silah depolarını da boşaltmıştır. İran silahlı kuvvetleri Norman Schwartzkopf komutasında Güney Azerbaycan’a karşı hücuma geçmiştir. Savaş üç gün sürmüş, Azerbaycan birlikleri yenilmiştir. İran ordusu Güney Azerbaycan'da ilerlemiş, kanlı olaylara neden olmuştur. 25 bin Azerbaycanlı katledilmiştir. 2500 kişi mahkemelerde idama mahkûm edilmiş; 8000 kişi ağır cezalara çarptırılmışlardır. 3600 Köy Farsların yaşadığı bölgelere göç ettirilmiştir. Azerbaycan'a sığınan yaklaşık 70.000 kişi de ölmüştür. Milli hükümetin kurduğu bütün kültürel merkezler dağıtılmıştır. Milli meclisin kütüphanesi yakılmış, Türkçe kitaplar ateşe verilmiştir. Kanlı olaylar sonucu milli hükümet 1946 yılında üç gün içinde devrildi. Seyd Cafer Pişeveri Kuzey Azerbaycan’a geçmiş ve Azerbaycan’da trafik kazası gibi gösterilen bir olayda Stalin tarafından öldürülmüştür.
Sonuç ve Genel Değerlendirme
1945’te Azerbaycan Milli hükümeti ortaya çıkmadan önce Güney Azerbaycan bölgesinde milliyetçi eğilimler siyasal süreci belirleyen olgular haline gelmiştir. Söz konusu sürecin ortaya çıkmasını Rıza Han’ın Güney Azerbaycan politikaları sağlamıştır. Rıza Han, Azerbaycan’ın Kaçarlar dönemindeki bütün siyasi ve iktisadi ayrıcalıklarını elinden almakla kalmamış bilinçli biçimde Azerbaycan’ın kültürünü ve dilini yok etmeye de girişmiştir. Söz konusu durum Azerbaycanlılarda derin toplumsal öfke ve rahatsızlığın doğuşuna yol açmıştır.
Güney Azerbaycan bölgesinde merkez kaç eğilim ve düşüncelerin belirleyiciliği 1941’te İran işgal edildikten sonra açık ve net bir şekilde gözükmeye başlamıştır. Güney Azerbaycan’da merkez kaç eğilimin göstergesi işgal olayında gözükmüştür. İşgal olayında Güney Azerbaycan hiçbir direniş göstermemiştir. Söz konusu durum, o dönemde Güney Azerbaycan’da “ İranlılığın” ve “ “Vatan İran” anlayışının çöküşünü göstermektedir. Azerbaycan Milli Hükümetinin “ Azerbaycanlılık” üzerinde inşa edilmesi “ İranlılık” olgusunun iflasının mantıksal bir sonucu idi. Çünkü Rıza Han’ın inşa etmeye çalıştığı İranlılık kimliği Azerbaycan’ın ekonomik, siyasal, kültürel ve toplumsal yok edilmesi savı esasına dayanmaktaydı.
Güney Azerbaycan, Rıza Han dikte etmeye çalıştığı İranlılık kimliğinden kurtuluş arayışı içinde olduğu bir dönemde İkinci Dünya Savaşı gerçekleşmiştir. Savaşın seyri ve rıza Han’ın Almancı eğilimleri İran’ın işgal edilmesi ile sonuçlanmıştır. İran’ın işgali ve ardından Rıza Han’ın iktidardan uzaklaştırılması sonucu İran’ın genelinde özgürlük ortamı oluşmuştur. Bu özgürlük ortamında Azerbaycan milli kimliği temel alan partiler ve siyasi elitler ortaya çıkmıştır. Güney Azerbaycan’da ortaya çıkan siyasi partiler ve elitler toplumun bütün katmanlarını Azerbaycan milliyetçiliği söylemi etrafında birleştirmeği başarmıştır. Toplumun bütün katmanlarından destek bulan milliyetçi söylem çok geniş siyasal seferberliğe yol açmıştır. Söz konusu siyasal ve toplumsal seferberlik gücü sayesinde 12 Aralık 1945’te Azerbaycan Milli Hükümeti doğmuştur. 12 Aralık 1945’te kurulan Milli Hükümet SSCB’nin de desteğini kazanmayı başarmıştır.
Azerbaycan Milli Hükümeti iç ve dış faktörlerin anlamlı bir biçimde birleşmesi neticesinde doğmuştu.
İran’ın Ortadoğu Kürtlerine yönelik ilgisinin Osmanlı dönemine kadar uzanan eski kökleri vardır. Bu ilginin Osmanlı dönemine kadar uzanan derin kökleri olsa da özellikle 20.yüzyılda netlik ve açıklık kazanmıştır. İran’ın bölgedeki Kürt milliyetçi hareketleri ile ilişkisi çelişkili bir görünüm arz ediyor. İran bazı dönemlerde Kürtleri desteklemiş ve bazı dönemlerde onları bastırmak için ittifaklar yapmıştır. İran’ın Kürt milliyetçiliğiyle olan ilişkileri çelişkili, tutarsız, inişli çıkışı olsa da, Tahran bu ilişkiyi hep sürdürmüştür. Başka bir ifade ile İran’ın Ortadoğu Kürt milliyetçiliğinin ortaya çıkışı, gelişimi ve günümüzdeki durumuna ulaşmasında önemli rolü olmuştur.
İran’ın 5+1 ülkeleriyle yaptığı nükleer mutabıktan sonra bölgedeki Kürt milliyetçiliğiyle olan ilişkisinin nasıl seyredeceği önemli bir sorudur. Yazımızın amacı nükleer mutabakat sonrası bölgesel ve küresel siyasi ve jeopolitik mücadele ışığında İran’ın Kürt milliyetçiliği ve siyasi hareketleriyle olan ilişkisini analiz etmeye çalışmaktır. Yazımız üç bölümden oluşmaktadır; ilk bölümde İran’ın Irak Kürtleri; ikinci bölümde İran- PKK ilişkisi ve üçüncü bölümde ise İran’ın PYD siyaseti analiz edilecektir.
Yazımızın sonunda genel değerlendirme yaparak öngörüde bulunmaya çalışacağız.
İran-Iraklı Kürtler
Günümüzde İran ve Iraklı Kürtlerin ilişkilerini anlamak için 2003 Irak işgali ile başlayan dönüşümü analiz etmek gerekir. İran ve Kürtler arasındaki “ortak düşmana karşı tarihi işbirliği”, ABD’nin 2003’te Irak’ı işgaliyle birlikte hükmünü yitirmeye başlamıştır. Irak’ın işgali İran açısından yeni bir dönemin başlangıcı anlamına gelmekteydi. İran açısından bu dönem bir çelişki yumağıydı. Çünkü ABD’nin Irak’a yerleşmesi İran İslam Cumhuriyeti’ni ilk etapta ürkütmüştü. İran bir anda; “BM’yi ciddiye almayan”, müttefiklerini önemsemeyen, askerî operasyona hazır ve güçlü bir Amerika ile karşı karşıya kalmıştı. Irak’taki işgalden önce de, diğer komşusu Afganistan’a yerleşmiş ve “sıranın İran’a gelebileceğini” dillendiren bir ABD vardı. 2003’te ABD çok daha yakınında büyük bir tehdit olarak belirmişti. Diğer taraftan, Irak’ın işgali İran’a yeni bir stratejik açılım fırsatı sunmuştu. Irak, tarihî olarak İran’ın Orta Doğu’ya açılımını engellemekte, stratejik enerjisini tüketmekte ve jeopolitik ufkunu daraltmaktaydı. Irak’ın askerî anlamda en güçlü Arap devletlerinden olması Arapları Tahran karşısında korumaktaydı. Ama Saddam’ın devrilmesi ile İran, Körfez ve Arap Ortadoğu’sunda rakipsiz kalmıştır. Şiilerin etkin olduğu yeni bir Irak doğmuştur. Şiilik ciddi bir siyasi etken olarak ilk önce İran ve daha sonra Lübnan’da kendisini gösterse de, gerçek anlamda özellikle Arap coğrafyasında bölgesel bir etken haline gelmesi Irak’ın işgalinden sonra mümkün olmuştur. Saddam’ın varlığı Şii potansiyelinin önündeki en büyük engeli oluşturmuştu. Arap Şiiliğinin Irak’ta iktidara gelmesi bölgede Şii jeopolitiğinin yükselişine neden olmuştur. Şii jeopolitiği İran’ın stratejik ufkunu genişleterek, yeni bir manevra alanına sahip olmasını sağlamıştır.
Irak’taki gelişmeler İran’ın gözünde Kuzey Irak’ın stratejik öneminin değişmesine neden olmuştur. İran’ın Irak merkezî yönetimini zayıflatmak için Kürtlere ihtiyacı kalmamıştır. Başka bir ifade ile Saddam’ın devrilmesi ile İran ve Iraklı Kürtleri birleştiren ortak düşman ortadan kalkmıştır. Böylece İran ve Iraklı Kürtlerin ilişkisinin içeriği değişmiştir. Çünkü artık İran’ın yeni stratejik kurgusunun sahnelendiği yer Bağdat, başoyuncusu ise Şiiler olmuştu. İran ve Iraklı Kürtlülerin “ortak düşmanı” sayılan Bağdat yönetimi çökmüş ve ikilinin birbirlerine olan Bağdat karşıtı stratejik ittifak anlamsızlaşmıştı. Başka bir ifade ile söylersek, tarafların birbirine yaşamsal ihtiyacı kalmamıştır. Bu durum Tahran ve Iraklı Kürtlerinin ilişkilerini yeniden tanımlamaya zorlamakla birlikte yeni krizler, gerilimler, sorunlar ve anlaşmazlıklara gebe olduğu açıktı.
2003’ te İran ve Iraklı Kürtlerin ilişkilerinde başka yeni değişikliklere de tanık olmaktayız. 1991 1.Körfez Savaşıyla itibariyle ABD, AB ve bölge devletleri Iraklı Kürtlerle daha yakından ve aktif ilişki kurmuşlardı.1991’den başlayan bu süreç 2003’te zirveye ulaşmıştı. ABD, Iraklı Kürtlerin birinci ve en güçlü destekçisi olmuş ve bu durum Iraklı Kürtlerin gözünde İran’ın önemini azaltmıştı. Iraklı Kürtleri üzerinde “hegemonyası” olduğunu iddia eden İran’ın 2003’tan sonra bunu ABD ile paylaşması yeni bir durum doğurmuştur. Bu durum İran ve Iraklı Kürtlerin ilişkisini değiştiren önemli faktörlerden biri olmuştur.
İran’ın en önemli dış politika gündemi, ABD ve İsrail ile ilişkileri ve nükleer çalışmaları nedeniyle yaşadığı sorunlar ve bölgede başata Suudi Arabistan olmakla Sünni Arap devletleri ve Türkiye ile yaşadığı jeopolitik mücadeledir. İşte Irak bu açıdan büyük önem taşımaktadır. İran, toprak talebi olmayan, ABD ve İsrail’in bölgedeki arayışlarını kısıtlayan, Sünni Arap devletlerini ve Türkiye’yi sınırlandıran ve Basra Körfezi’ nin güvenliği konusunda kendisiyle işbirliğine girecek yeni bir Irak görmek istemekteydi. İran’ın bu arzusu ABD’nin eliyle bir ölçüde gerçekleştirilmişse de İran’ın nihai zaferi ancak ABD’nin Irak’tan yenik çıkmasıyla gerçekleşmiştir. Şii-Sünni çatışması alevlenmiş ve Tahran, Arapların en güçlü ülkesine hakim olarak Arap devletlerine baskı uygulama imkanı bulmuştur. Arap yönetimleri Saddam’ı istemiyorlardı ancak gelinen noktada Saddam dönemine göre çok daha büyük bir tehdit algılamaktadırlar. Sünni Arapların korkulu rüyası olan “Şii Hilali”nin gerçekleşmesi ihtimali kuvvetlenmiş ve tarihî rakipleri İran çok güçlenmiştir.
İran daha önce Irak yönetimi ile Kuzey Irak üzerinden hesaplaşırken, şimdi Bağdat üzerinden ABD, İsrail ve bölge devletleri ile hesaplaşmaya başlamıştır. İran açısından Kürtlerin önemi bu satranç tahtasında İran ve Şiilere oyun alanı yaratma çerçevesinde anlamlı hale gelmiştir. Irak’ta, Kürtlerin ayrılıkçı istekleri, Şii-Sünni çatışması çerçevesinde “Irak’ın parçalanma korkusunu”, Bağdat’ın dinsel, mezhepsel ve etniksel olarak çoğulculuğa doğru gitmesi İran lehinde olmuştur. Irak’taki kolektif kimliklerin çatışmalı ilişkisi bir tarafından Irak’ın Arap kimliğini sorgularken diğer taraftan mezhepçiliğin körüklenmesine neden olarak İran’ın çıkarı doğrultusunda işlev görmüştür. Nitekim Iraklı Kürtleri varlığı Irak’ın Arap kimliğini sorguluyor. Irak’ın Arap kimliğinin sorgulanması İran’ın çıkarınadır. Bu parçalanmışlık Irak’ı bölge devletlerinin en önemli sorunlarından biri haline getirmiştir. Bu ise, bir taraftan bölge devletlerinin oyun alanını daraltırken diğer taraftan da bu koşullar tekfirci/selefi radikal grupları beslemektedir.
İran, Iraklı Kürtlerin ABD-İran gerginliğinde nerede yer alacaklarını dikkatle izlemektedir. Tahran açıkça Iraklı Kürtlerin, ABD ve İsrail ile olan ilişkilerinden, bu ülkelerin Kuzey Irak’a yerleşmelerinden ve Kuzey Irak’ın İran karşıtı üs haline getirilme ihtimalinden endişe duymaktadır. Kürtler bu konuda güven vermeye çalışsalar da İran’ı tatmin edememektedir. Nitekim İran, İranlı muhalif Kürt grupların Kuzey Irak’taki bürolarının kapatılmasını ve çalışmalarının durdurulmasını istemektedir. Buna karşılık Kürtler, İran’a karşı manevra alanlarını daraltmamak için Tahran’ın taleplerine “tatmin edici” bir karşılık vermemektedir.
İran’ın Kuzey Irak politikasında Türk dış politikasını etkileme hesapları yapmaktadır. Kuzey Irak İran-Türkiye ilişkilerinde tarihsel olarak hep gerilimlerin kaynağı olmuştur. İran, Bağdat yönetimi nedeni Iraklı Kürtlerle ilgilenmesi Türkiye’yi rahatsız etmiştir. İran’ın bu siyasetinin “Kürt milliyetçili/ayrılıkçılığı kışkırtması” olarak görmüştür. Türkiye-İran kuzey Irak konusunda bazı dönemlerde işbirliği yapsalar da hep birbirlerine güvenmemişlerdir. İran, Türkiye’ nin Kuzey Irak’taki niyetlerine güvenmeyerek, Türkiye’nin gerçek niyetinin Musul ve Kerkük petrolünü ele geçirmek olduğunu iddia etmiştir.
2003’ te Saddam’ın devrilmesi, Bağdat’ta Kürtlerin gücünü artırmıştır. Kürtlerin başta ABD olmakla birlikte batıyla kurduğu iyi ilişkiler Iraklı Kürt siyasi hareketinin göreli olarak rahatlamasına ve savunma pozisyonundan çıkarak devletleşme isteklerini açığa çıkmasına yol açmıştır. Başka bir ifade ile Iraklı Kürtlerin 2003’ten sonra bağımsızlığı hedefleyebilecekleri yeni bir durum doğmuştur. Bu durum IKBY’nin kendi iç siyasi gelişmelerinin, Irak’ın diğer etnik, din ve mezhepsel grupları ve bölge devletleriyle olan ilişkilerinin şekillenmesinde etkili olmuştur.
İran açısından bu durum yeni sorunlar ve gerginliklere açık olması nedeniyle yeni politikalar gerektirecekti. İran bu dönemde Kürtlerin Iraklı Şiilerle ortak hareket etmelerini istemekte ve Bağdat’tan bağımsız hareket eden bir Kürt bölgesini tehdit olarak görmektedir. Ayrıca IKBY’nin ABD, İsrail, Türkiye ve Araplarla olan ilişkilerini sınırlandırmasını talep etmektedir. Tahran, ayrıca IKBY’nin İran muhalif Kürtlerinin siyasi ve silahlı hareket merkezine çevrilmesine şiddetle karşı çıkmaktadır.
İran, Mesut Barzani’yi kendi stratejik çıkarlarına ulaşmak doğrultusunda en büyük engel olarak görmekte ve Barzani’yi sınırlamak, dizginlemek ve “ehlileştirmeye” çalışmaktadır. İran-Barzani arasındaki ihtilafları Barzani’nin Bağdat’la olan sorunlu ilişkileri, IKYB’de bulunan petrol ve doğalgazın mülkiyeti sorunu, Kürdistan’ın bağımsızlığı, Kerkük’ün statüsü, IKYB’de bulunan İranlı Kürt muhalifler ve Erbil’ in Türkiye ile kurduğu siyasi ve ekonomik ilişkiler olarak sıralamak mümkündür.
İran Barzani’nin gücünü sınırlandırmak için IKYB, Gorani ve Değişim Hareketi gibi partileri desteklemektedir. Celal Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtsever Birliği (KYP) kendisini solcu olarak tanımlayarak milliyetçilikten uzak durmakta ve Kürtlerin bağımsızlığına karşı çıkmakta ve Bağdat ile iyi ilişki kurmak niyetindedir. KYP, İran’ın en yakın müttefiki olup Türkiye’ye mesafelidir ve IKYB’nin Türkiye ile askeri ve siyasi ilişkilerini sınırlandırmaktan yanadır. Iraklı Kürtler tarihte olduğu gibi en büyük dostunun İran olduğunu iddia etmektedir. Barzani ise Kürt milliyetçi söylemi ile bağımsızlık taraftarı olup Bağdat ile gevşek bir ilişki modelinin yürütülmesinden yanadır. Türkiye ile iyi ilişkilerin taraftarı iken İran’a mesafelidir. İran’a güvenmemekte ve Tahran’ın IKYB’ye kendi stratejik çıkarları doğrultusunda zarar verebileceğinden endişe duymaktadır. Nitekim Erbil’de İranlı şirketlerin Erbil’de istihbarat faaliyetleri yapma ihtimali nedeniyle çalışma imkanlarını daraltmaktadır İran, Barzani’nin gücünü sınırlandırmak için PKK’ nın IKYB’de güçlü olmasını arzu etmektedir. Bu da zaten PKK’nın amaçlarıyla örtüşmektedir. PKK 2013 yılında gerçekleştirdiği Kongre’de açıkladığı Siyasi Tutum Belgesi’nde öncelikli hedeflerden biri olarak “Irak’ta etkili bir aktör olmayı” belirlemişti. İran bu doğrultuda PKK’nın IKYB ile KDP’ ye karşı etkin olmasını arzulamaktadır. Suriye’de PYD/PKK ile işbirliği yapan İran, Irak Kürt Bölgesi’nde artan KDP etkisini karşı PKK-KYB ittifakını desteklemektedir. İran bu ittifakı destekleyerek KDP’yi güçsüzleştirmek niyetindedir. İşin en ilginç tarafı şu ki, Irak’ın toprak bütünlüğünü desteklediğini sürekli vurgulayan İran, Irak Kürt bölgesinin kendi içinde farklı aktörler tarafından kontrol edilen “kantonlar” şeklinde yönetilmesini desteklediği iddia ediliyor.
Irak Kürtleri, komşuları arasında en fazla İran’dan destek almalarına rağmen yine en çok ondan korkmaktadır. Zira bölge devletlerin içinde Kürtlere en çok zarar verebilme olanağına sahip ülke İran’dır. İran’ın devlet yapısı ve saldırgan dış politika geleneği nedeni ile istikrasızlık yaratabilecek potansiyel ve araçlarının olduğunun farkındadırlar. Diğer taraftan İran ile ters düşmeleri durumunda Iraklı Şiileri kaybetmeleri yüksek bir ihtimaldir.
İran-PKK ilişkisi
Kürt ayrılıkçılığının İran ve Türkiye ilişkilerinin en önemli unsuru olduğunu söylersek yanlış olmaz. Bu unsur, iki ülke arasında tarihî olarak hem sürtüşme hem de işbirliği alanı olmuştur. Osmanlı döneminde sınır geçirgenliği, aşiretlerin sınırları aşındıran tutumları ve taraf devletlerin gevşek ve belirsiz tutumları sorun oluşturmaktaydı.
Cumhuriyet döneminde de Türkiye, İran ile ilgili bu endişesini sürdürmüştü. Bu endişe, İran’ın hem Türkiye içindeki Kürtlere yönelik izlediği siyasetten hem Irak Kürtleri ile olan ilişkisinden kaynaklanmaktaydı. Türkiye’nin endişesi 1979 İran İslam Devrimi’nden sonra daha da artmıştı. 1984’ten sonra İran-PKK ilişkisine bakıldığında, Tahran’ın Cumhuriyet döneminde Türkiye karşıtı bir örgütü bu kadar açık ve çok boyutlu desteklediği görülmemişti. Bu aslında yeni bir durumdu. Başka bir ifadeyle, Cumhuriyet döneminde Türkiye-İran arasında gerilimler yaşansa da, İran’ın 1979’dan sonraki Türkiye’ye karşı gösterdiği saldırgan siyaset hiç o zamana kadar görülmemiş bir olguydu. İran’ın Türkiye’ye yönelik saldırgan dış politikası iki yönde olmuştur; İran Türkiye’nin laikliğini kabul etmemiş ve ona yönelik hep eleştiriler pozisyonunu korumuştur. İkinci saldırgan siyaseti ise PKK’yı desteklemek olmuştur. İran-Türkiye 20. yüzyıl boyunca Kürtler konusunda bazı dönemlerde gerilimli ilişkiler yaşasalar da PKK gibi bir örgütün desteklenmesine benzer bir örnek görülmediği söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında 1979 İran İslam Devrimi sonrası Tahran’ın Türkiye’ye yönelik siyasetinin daha cesur ve saldırgan olduğu anlaşılıyor.
İran – PKK ilişkisinin niteliğini, Tahran - Ankara ilişkisinin durumu, bölgesel güç dengeleri, küresel siyaset ve iki ülkenin iç siyasi durumu belirlediğini söyleyebiliriz.
İran, Ağustos 1984’te silahlı eylemlere başlayan PKK’nın ilk destekleyen ülkeler sırasındadır. 1984’te İran, PKK’yı sadece desteklemekle kalmamış; Türkiye’nin PKK ile mücadelesine de engel olmaya çalışmıştı. Nitekim 1984’te İran, Türkiye’nin Sıcak Takip Anlaşma isteğini reddetmekle kalmamış, Ankara’nın Bağdat’la imzaladığı Sıcak takip Anlaşmayı sert dile eleştirmişti. Türkiye’nin sıcak takip anlaşmasına dayanarak PKK’ya karşı yaptığı operasyonlar İran tarafından büyük bir rahatsızlıkla karşılanmış, Tahran, Türkiye’nin tarafsızlığını kaybederek İran-Irak savaşında(1980-88) Bağdat’ın yanında yer aldığını öne sürmüştü. Türkiye’nin Irak’ta PKK’ya karşı giriştiği operasyonları, Bağdat’ın bölgedeki etkinliğini güçlendireceğini ve İran’ın müttefik kabul ettiği Iraklı Kürtlerin zayıflayacağını iddia ediyordu. İran, Türkiye’nin gerçek niyetinin Musul ve Kerkük’ü geri almak olduğunu iddia ederek Iraklı Kürtleri Ankara’ya karşı kışkırtıyordu. İran-Türkiye ilişkilerindeki bu gerilim 1990’ların sonuna doğru düşmeye başladı.
İran-Türkiye ilişkilerindeki PKK gerginliği Muhammet Hatemi’nin(1997-2001/2001-2005) cumhurbaşkanı olmasıyla azalmaya başlamıştır. Hatemi’nin cumhurbaşkanlığı döneminde İran ve PKK arasında yaşanan sıcak çatışma gündeme damgasını vurmuş; bu çerçevede gelişmeler, İran ve Türkiye arasında PKK bağlamında işbirliğini gündeme getirmişti. Özellikle 2003’ten sonra İran güvenlik güçleri ve PKK terör örgütü elemanları arasındaki sınır çatışmaları, İran'ı PKK konusunda tutum değişikliğine zorlamıştı. Nitekim Tahran, Temmuz 2004’te PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmiş ve buna karşılık da Türkiye, İran karşıtı olarak silahlı mücadele eden Halkın Mücahitleri Örgütü’nü terör listesine almıştı.
İran'ın PKK’ya karşı tutumunun değişmesinin farklı nedenleri vardır. ABD, Irak'a yerleşmiş ve Kuzey Irak'ta Kürt yapılanmasının güçlü ve güvenilir bir temelde yürümesi için zemin hazırlamıştı. İran, ABD-Iraklı Kürtler arasındaki yakın ilişkinden endişe duymaya başlamıştı. Bu dönemde İran, ABD karşısında direnebilmek için komşuları ile iyi ve güvenilir bir ilişki kurması gerektiğini düşünmekteydi. İran, Türkiye ile PKK’ya karşı işbirliği yaparak, Türkiye’yi, ABD ve İsrail'in kendisine karşı faaliyetlerinden uzak tutmak istemekteydi. İran'ın terör konusunda Türkiye ile işbirliğine girmesinin bir diğer önemli sebebi de, Halkın Mücahitleri Örgütü olmuştu. Bu örgütün beş bin silahlı elemanı Irak’ta bulunmaktaydı. Dolayısıyla bu durum İran’ı endişelendirmiş ve İran, Halkın Mücahitleri Örgütü’nün kendisine karşı kullanılmasından korku duyarak Türkiye'nin işbirliğine ciddi şekilde ihtiyaç duymaya başlamıştı. İran'ı PKK'ya karşı mücadele etmeye iten diğer bir neden, bu örgütün İran içinde PJAK isimli bir örgüt kurması olmuştur. İran, PKK’ya uzun süre ülke içinde siyasi faaliyet alanı sunmuş, PKK da bu güvenlik desteği altında güç kazanmayı başarmıştır. PKK İran’ın güvenlik desteği çerçevesinde ülke içinde büyümeye çalışmış ve faaliyetlerini örgütlü hale getirmek istemiştir. Bu doğrultuda, Mart 2004’te PJAK adlı örgütü kurmuş ve İran içinde çalışmalarına başlamıştır.
İran-PKK ilişkisi Arap Baharı sonrası yeniden düzelmeye başladı. İran-PKK ilişkisinin değişimini anlamak için Arap Baharı sonrası İran-Türkiye ilişikleri, bölgesel güç dengeleri ve İran’ın değişen küresel konumunu analize dahil etmek gerekir. Arap Baharı sonrası Türkiye ve İran Ortadoğu’da çatışmalı bir jeopolitik mücadele içine girmiştir. Bu mücadele alanı Irak, Suriye, Yemen dahil bütün Ortadoğu’yu kapsamaktadır.. İran, Türkiye’nin diplomatik ve siyasi girişimlerini kendi aleyhine görmekte ve Türkiye’nin nüfuz ve imkân alanını sınırlandırmak, daraltmak istemektedir. Bu açıdan bakıldığında Ortadoğu’da jeopolitik, ideolojik ve siyasi rekabete tutuşan İran-Türkiye ilişkilerinin mantığı ve özellikleri artık değişmiştir. Bugün İran-Türkiye ilişkilerini Kasr-i Şirin Anlaşması (1639) metaforuna sıkıştırarak analiz etmek mümkün değildir. Arap Baharı sonrasında şekillenen Ortadoğu’ya baktığımızda, İran’ın Ortadoğu siyasetini Amerika ya da İsrail karşıtlığı üzerinden analiz edemeyiz. İran ile ABD’nin bölgede görüldüğünden daha fazla ortak çıkarı var ve bir çok alanda işbirliği içindeler. Afganistan, Irak ve Suriye’de İran ve ABD doğrudan veya dolaylı işbirliği içindedir. İran’ın Ortadoğu siyaseti Amerikan karşıtlığının ideolojik sınırlarını aşmıştır. Arap Baharı, Suriye krizi, IŞİD sorunu, Şii - Sünni çatışması ve başka faktörler Ortadoğu siyasetinin mantığını değiştirdi. Yeni şekillenen Ortadoğu’da İran artık sistem karşıtı bir unsur değil. İran sisteme dahil edilirken, AKP yönetimindeki Türkiye sistem dışına itiliyor. Yeni dönemde batı, İran’a alan açarak Suudi Arabistan ve Türkiye’yi dengelemek istiyor. İran’ın bölgesel siyaseti ideolojiden arındıkça bölgedeki jeopolitik ve etno-mezhepsel mücadele derinleşiyor, genişliyor ve keskinleşiyor. İran’ın Sünni Araplar ve Türkiye ile yaşadığı sorunların kökeninde bu değişimin olduğu açıktır.
İran bu süreçte yeniden PKK’ya dönmüştür. Murat Karayılan’ın “İran’ın PKK ile iletişimini, örgütle ilişkisinin en kötü olduğu dönemde bile koparmadığı” sözü İran-PKK ilişkisini en iyi şekilde ifade ediyor. 1984’ten günümüze kadar İran-PKK irtibatı hiçbir zaman kesilmemiştir. , Türkiye’yle ilişkisinde Kandil’e ihtiyacı olabileceği ihtimalini hiçbir zaman reddetmemiştir. Nitekim Arap Baharı sonrasında bu ihtiyaç ortaya çıkmıştır. Arap Baharı sonrasında İran, Kandil ile yeni bir ilişki modeli geliştirmeye yönelmiştir özellikle de Suriye krizi sonrası bu yeni ilişki modeli daha belirgin hale gelmiştir. İran, PKK’yı destekleyerek Türkiye’nin Ortadoğu siyasetini değiştirmek ve özellikle Suriye konusunda ya Tahran’ın görüşünü kabullenmesini ya da iddiasından vazgeçmesini istemektedir.
İran Türkiye’nin PKK ile mücadelesini desteklememektedir. İran basını Türkiye aleyhinde yazılar ve haberlerle doludur. İran basını Türkiye’yi ”Kürtlerin düşmanı” ve “IŞİD’in en büyük hamisi” gibi sunuyor. İran’ın devlete yakın bazı sivil toplum kuruluşları Birleşmiş Milletler’i Türkiye’yi Kürtlere katliam yaptığı iddiasıyla cezalandırmaya çağırmaktadır. Ankara, PKK ile mücadeleye başladığı sırada Hasan Ruhani İran’ın Kürdistan bölgesinde “Yaşasın Kürdistan” diyerek Ankara’nın meşruiyetini sorgularken, İçişleri Bakanı Kandil’de fotoğraf çektirmekte ve İran Genelkurmay Başkanı Ankara’nın girişimlerini “yanlış ve sonuçsuz” diyerek eleştirmektedir.
Yeni dönemde İran-PKK yakınlaşmasını PKK’nın Ortadoğu’da değişen konumu nedeniyle sadece İran-Türkiye ilişkisi çerçevesinde analiz etmek mümkün değildir. PKK 2003’ten itibaren bölgeselleşmeye başladı. İran’da PEJAK, Suriye’de PYD ve Irak’ta Demokratik Çözüm Partisi’ni kurarak bu stratejisini gerçekleştirmek istemiştir. PKK’nın 2003’teki bu girişimi o dönem istenilen sonucu vermedi, hatta PKK’yı güçlendirmek yerine zayıflatmıştı. PKK’nın bölgeselleşme girişimi, Arap Baharı ve özellikle Suriye krizi sonrasında netice vermiştir. Bu da PKK’nın konumunu değiştirmiştir. PKK’nın artık sadece Türkiye’de değil; İran, Irak ve Suriye’de bütün güçlerini hesaba katması gereken bir aktöre dönüştüğü açıktır. PKK’nın Ortadoğu’daki konumun değişmesi İran-PKK ilişkilerini de yeni bir aşamaya taşımıştır. Yeni dönemde İran’ın PKK’yı destekleme nedenleri de artmıştır. İran-PKK ilişkisine PYD yeni, güçlü neredeyse belirleyici bir unsur olarak dâhil olmuştur. PKK yeni dönemde İran’ın Suriye siyasetinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. İran’ı PKK’yı desteklemeye ve onunla iyi ilişki kurmaya iten diğer bir neden de, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ndeki (IKBY) güç mücadelesidir. İran Barzani’ye karşı PKK- KYB (Kürdistan Yurtseverler Birliği) ile ilişkisini geliştirdi. Artık İran-Türkiye ilişkileri değişse bile, İran-PKK dostluğu devam edebilir.
İran, PYD Ve Suriye Kürtleri
Abdullah Öcalan’ın yakalanması PKK’yı belli bir süre şaşkınlığa ve belirsizliğe sürüklemiştir. Örgüt, 2002’de KADEK ve 2003’de KONGRE-GEL isimleri altında bu krizden çıkma çabasına girmiştir. Bu dönemde PKK sadece örgütsel olarak değil düşünsel olarak da bir bunalım içine girmiştir. Bu aşamada, Abdullah Öcalan tarafından “Demokratik-ekolojik toplum” ve bu çerçevede “Demokratik konfederalizm” tezi ortaya atılmıştır. Bu tez aslında PKK’nın uzun süredir savunduğu “Büyük Kürdistan” hayalinden koptuğunu göstermekte ve bölgedeki dört ülkede yaşayan Kürtlere konfederalizm modeli bir yönetim önerilmekteydi. Bu yaklaşım, “Kürt sorununa” yaşadıkları ülkeler sınırları içinde bir “çözüm arayışı” idi. KONGRE-GEL 2003’de bu öneri temelinde bir çatı örgüt olarak kurulmuştur. Bu çatı altında, Kürtlerin yaşadıkları dört ülkede kendilerine özgü örgütlenme ve parti kurma düşüncesi gündeme getirilmiştir. Bu çerçevede Türkiye için KADEK, İran için PJAK, Irak’ta Demokratik Çözüm Partisi, Suriye için ise (PYD)Demokratik Birlik Partisi kurulması kararı alınmıştır. Bir süre sonra KONGRE-GEL ve KADEK fikri ortadan kaldırılarak PKK ismine geri dönülmüştür.
PKK; PJAK ve PYD’yi kurarak ABD’nin “bölgesel kurgu ve arayışlarında” yer almak istemiştir. ABD’nin Irak’ta yerleşmesi PKK’nın stratejisinde ve bölgesel duruşunda köklü bir değişime neden olmuş; PKK, geleneksel destekçileri olan İran ve Suriye’den uzaklaşmaya başlamıştır. Bu durum, PKK’nın ABD bağlamında bir misyon arayışında olduğunu göstermektedir. Bölgesel çatışma alanlarından iyi yararlanan PKK, yeni dönemde ABD’nin bölgesel tasarımı kapsamında yer almak istemiştir. PKK, bölgesel ve küresel dengelerin değiştiğini, bu durumda bölgedeki geleneksel destekleyicilerine daha fazla güvenemeyeceğini anlamıştır. PKK’ nın bu bölgeselleşme girişimi Suriye’de sonuç vermemişti. Suriyeli PKK’lıların da örgütten ayrılarak Demokratik Birlik Partisi’ne katılmaları sonucu örgütün zayıflamaya yol açacağı gerekçesiyle PKK, Suriye’de etkin faaliyet alanı bulamamıştı. PKK’nın bu bölgeselleşme girişimi İran, Suriye ve Türkiye arasında PKK merkezli güvenlik işbirliğinin artmasına neden olmuş ve bu da PKK’ nın hareket alanını ciddi şekilde sınırlandırmıştı. Nitekim Tahran bu süreçte PKK’yı terör örgütü olarak tanımış ve onunla askeri olarak çatışmaya girmişti. Ayrıca ABD, PJAK’ı terör listesine alarak PKK’yı hayal kırıklığına uğratmıştı. Aynı sürçe İran ve Suriye’nin PKK/PEJAK/PYD konusunda işbirliği artmıştır.
İran ve Beşar Esed’in PYD’ ye yönelik hasmane ilişkisi Suriye’de halk devrimi sonrası sona ermiş ve yerini ittifaka bırakmıştır. Nitekim İran, Esed ile iyi ilişkisi olan PYD’yi desteklemektedir. Salih Müslim’in defalarca İran’a gittiği ve Tahran’dan mutlu geri döndüğü biliniyor. İranlı yetkililer PYD’den memnuniyetlerini saklamıyor. PYD’nin varlığı, hem İran’ın Suriye siyasetiyle çelişmiyor hem de İran’ın stratejik hedefleriyle aynı doğrultuda olduğu söylenebilir. PYD, Esed’e karşı bir mücadeleye girmemiş, onunla iyi ilişki kurmuştur. PYD’nin bu girişimi Suriye Kürtlerinin önemli bir bölümünü Esed karşıtı bir süreçten uzak tutmuştur. PYD, Esed karşıtı cephede yer almayarak Suriye muhalefetini ideolojik, siyasi ve askeri olarak bölmüştür. Böylece Esed’ın daha stratejik olarak gördüğü alanlarda yoğunlaşmasına imkân sağlamıştır. İran, PYD’yı destekleyerek PKK’yı, İran ve Iraklı Kürtleri de Esed’e karşı olmaktan uzaklaştırmıştır. İran, PYD’yı destekleyerek hem Türkiye iç siyasetinde PKK ve HDP üzerinden etkin olabilmek hem de AKP’nin Suriye siyasetinin sorgulanmasına yol açarak Ankara’ya karşı kamuoyu baskısını artırmak istiyor. Suriye’nin bölünme ihtimali Türkiye’deki güvenlik ve milliyetçi kaygıların artmasına yol açıyor. İran, PYD’yi destekleyerek Türkiye - Suriye sınırının PYD kontrolüne geçmesini ve Türkiye’nin Suriye üzerinden Arap dünyasına kara sınırının kesilmesini istiyor. İran bu yolla Ankara’nın güvenli bölge ve IŞİD’den arındırılmış bölge gibi tezlerini gerçekçi olmaktan çıkarak Türkiye’nin Suriye muhalefetiyle de bağını koparmak istiyor. Tahran bu yolla Ankara’yı Beşar Esed’i kabullenmeye zorluyor. İran’ı PYD ve kantonları desteklemeye iten diğer bir neden de IŞİD faktörüdür.
İran, Suriye’deki savaşa taraf olarak seçeneklerini tüketerek Esed’e mecbur kalmıştır. Esed iktidardan giderse, İran’ın Suriye’deki konumu ciddi şekilde sarsılacağı açıktır. İran açısından Suriye, Irak gibi değil. Irak’ta Şiiler çoğunlukta ve üstelik İran’ın Iraklı Kürtlerle de ilişkileri de iyidir. Suriye’de İran’ın müttefikleri azınlıkta ve muhtemel bir iktidar değişiminde bugünkü konumlarını kaybedecekleri bellidir. Bu nedenle İran, Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olmak istiyorsa PYD ile ilişkisini iyi tutmak zorundadır. PYD’nin kurduğu kantonların Irak’ın kuzeyindeki IKBY(Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi) tecrübesiyle birlikte bölgesel güç dengeleri, Suriye iç bölünmüşlüğü, batılıların PYD ile ilişkileri, PKK faktörü, IŞİD ile yaptığı mücadeleyi de hesaba kattğımızda, geçici olmayacağı ve büyük ihtimalle kalıcı konum elde edeceği söylenebilir. Bu da İran’ı PYD ile ilişkisini sürdürmeğe iten diğer bir nedendir. İran’ın PYD’ye dikkatinin diğer bir nedeni de başta ABD olmakla birlikte batılıların PYD’ye gösterdiği ilgidir. İran - PYD ilişkisinin şekillenmesinde Tahran-Kandil ilişkisinin de etkisi büyüktür. İran, PYD’yı desteklemeyerek PKK ile olan ilişkilerini de güçlendiriyor. İran bu vesile ile Türkiye’de Kürt milliyetçiliğini kışkırtmakta ve Kürtlerle Türk devleti arasında Kobani olaylarında yaşandığı gibi duygusal bölünmeye yol açmaya çalışmaktır.
Suriye’deki kantonlar PKK için bir üs niteliğindedir. PKK bu kantonları Abdullah Öcalan’n “demokratik ulus” tezinin laboratuarı gibi değerlendirerek dünyaya “demokratik ulus” modeli gibi sunacakları bir prestiji projesi gibi sunuyorlar. PKK’ya göre aslında Suriye’deki kantonlar Türkiye’de hayata geçirilmesi istenilen “demokratik ulus” projesi için de bir deneme, test ve prova niteliği taşımaktadır. PYD; PKK’nin önemini, pazarlık gücünü, uluslararası destek ve meşruiyetini artırmıştır. Ayrıca Türkiye’ nin dillendirdiği “PKK’nın silahsızlandırılması” önerisi PYD’nin varlığı nedeniyle fiilen ortadan kalkmıştır.
Irak’ta Saddam’ın devrilmesi siyasi rejim değişikliğinden öte bir anlam taşımaktadır. Irak devletinin Sünni Arap merkezli kimliği değişmiştir. Irak’ta Şiiler ve Kürtlerin siyasal alanda temsil edilme hakları yeni bir Irak kimliği doğurmuş ve bölgenin siyasi jeopolitiğine Şiiler ve Kürtleri bir aktör olarak sokmuştur. Bu durum Irak’ı belli ölçüde hem “Sünni Arap devletleri” hem de “Arap devletleri” kategorilerinden çıkarmıştır. Böylece Irak’ın devlet kimliğinin ve rejiminin yanı sıra, toprak bütünlüğünü sürdürüp sürdüremeyeceği de tartışmaya açık hale gelmiştir.
Yeni Irak’ta Şiiler sessiz biçimde ilerlerken, Kürtlerin merkezkaç eğilimi açık ve istikrarlı biçimde sürmektedir. Şii-Sünni çatışması ve Irak’ın diğer bölgelerindeki savaş haline karşılık Kuzey Irak’ın “istikrar adası” olması, ABD ve Şiiler ile iyi geçinen Kürtlerin merkezkaç eğilimlerine olumlu etkide bulunmaktadır. Kürtlerin yoğun olarak sınırda yaşamaları, “vatan ve millet algılamalarının olması”, toplumsal tabanın genişliği, yarattığı siyasal seferberlik gücü, mücadele eden örgütlü Kürt grupların varlığı ve bunların dış dünyada destek bulmaları söz konusu eğilimin elverişli zeminini oluşturmaktadır.
Irak’ta Kürtler ve Şiilerin etkinliği bölgemizde yeni bir güvenlik sisteminin doğduğu anlamına gelmektedir. Yeni oluşmakta olan sistemin geleceğinin şekillenmesinde ve merkezkaç eğilimlerin başarılı olup olmayacağı konusunda uluslararası güçlerin yanı sıra bölge devletlerinin tutumu da belirleyici olacaktır.
İran’ın, Irak üzerindeki nüfuzunu ve kendi sınırları içindeki etnik milliyetçilik potansiyeline sahip Kürt azınlığı hesaba kattığımızda, sürecin şekillenmesinde çok etkili olacağı kuşkusuzdur. İran’ın gizli ve açık gündemini öğrenmeden Irak’ın bugünü ve geleceği üzerine yorum yapmak yanıltıcı olabilir. Bu çerçevede yazımızın amacı İran’ın Kuzey Irak ve Irak Kürtlerine yönelik bakış açısı ve politikasını irdelemeye çalışmaktır. Yazımız üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde İran ve Iraklı Kürtler arasındaki ilişkilerin tarihi, ikinci bölümde Irak’taki Kürt milliyetçiliği ve İran Kürtleri, üçüncü bölümde ise 1991 sonrası İran’ın Kuzey Irak politikası analiz edilmiş ve makale bir genel değerlendirmeyle sonlandırılmıştır.
İran’ın Iraklı Kürtlere bakış açısı, Bağdat ile ilişkileri çerçevesinde şekillenmiştir. Irak ve İran, düşman olarak doğmuş iki ülke olarak değerlendirilebilir. Aralarındaki husumet o kadar derindir ki bazı Fars milliyetçilerine göre Moğollardan sonra İran’a en fazla zararı Irak yönetimi vermiştir. Irak 1920’de İran’dan toprak talebi ile doğmuş ve gözü her zaman İran’ın elindeki Şattularap ve Huzistan bölgelerinde olmuştur. Bu da iki ülkeyi defalarca karşı karşıya getirmiş ve İran’ın 1920’de kurulan Irak’ı 1929’a kadar resmî olarak tanımaması sonucunu doğurmuştur. İran’ın Iraklı Kürtlere dönük çabaları, tam olarak bu güç mücadelesinin sonucudur. Irak yönetimi İran’ın Huzistan bölgesinde 1920’de Şeyh Hazel liderliğinde kurulan “Arabistan Devleti”ni desteklerken, İran da 1919-1923’e kadar süren Mahmut Berzenci liderliğindeki Kürt ayaklanmasını desteklemişti.[1]
20. yüzyılın ilk yarısında yükselen tansiyon, “sorunun gerçek mimarı” İngiltere’nin çabası ile düşürülmüştü. İran-Irak tarihine damgasını vuran sınır anlaşmazlığını İngiltere bilinçli bir şekilde yaratmıştır. Çünkü tam olarak Irak’ın kurulduğu sıralarda İngiltere’nin istekleri İran’ı yöneten Kaçar Hanedanı tarafından olumlu karşılanmamıştı. Nitekim İngiltere, 1924’te Kaçar hanedanının devrilmesinin ardından kendisine yakın Pehlevilerin iktidara gelmesiyle birlikte İran-Irak arasındaki sorunu çözmeye çalışmıştır. Dahası, SSCB ve komünizmin yayılması korkusu nedeniyle İran ve Irak’ı Saadabad Paktı çerçevesinde bir arada tutmaya çalışmıştır. İki ülke bu dönemde göreli barış şartları içinde yaşamıştır.[2] İran bu süreçte Iraklı Kürtleri desteklemese de, bağlarını koparmamıştır. Nitekim bu bağ 1958’den sonra İran’ın oldukça işine yaramıştır.
1958’den sonra İran-Irak ilişkileri yeniden gerilmeye başlamıştır. 1958 darbesi ile Irak’ta monarşi devrilmiş, cumhuriyet kurulmuştur. Böylece Irak’ın iç ve dış politikası köklü bir şekilde değişmiştir. Uluslararası arenada SSCB’ye yaklaşmış, içeride ise hürriyet rüzgârı esmeye başlamıştır. Bu durum Kürtleri öyle umutlandırmıştı ki Mustafa Barzani SSCB’den Irak’a dönmüştür. Ancak yönetimin Arap milliyetçiliğine sarılması nedeni ile “Bağdat Baharı” kısa sürmüştür. Irak yeniden İran’dan toprak talebinde bulunmaya ve Kürtler ile çatışmaya başlamıştır. Bu çerçevede İran da Iraklı Kürtleri merkeze karşı destekleme yoluna gitmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında İran ABD’nin müttefiki olurken Irak SSCB’nin yanında yer almıştır. Bu küresel saflaşma, iki ülke ilişkileri kadar Kürt konusunu da karmaşıklaştırmıştır.
Kürtler ve merkezi yönetim arasındaki çatışma tam da bu dönemde yoğunlaşmıştır. 1961’de İran Şahı, Kürtlerin ayaklanmasını desteklemiştir. 1961’de 1000 peşmergeye sahip olan Barzani, Şah’ın desteği sayesinde 1963 yılında peşmerge sayısını 20 bin’e çıkarmıştır. 1963 ve 1965 Kürt ayaklanmalarını Irak merkezi yönetiminin bastıramamasında bu destek etkili olmuştur. Söz konusu destek olmasaydı, Kürtlerin böyle bir başarıya imza atmaları mümkün olamazdı. 1960’lardaki Kürt ayaklanmalarının SSCB yerine ABD tarafından desteklenmesi ise o zamana dek SSCB’nin yanında olan Kürtlerin ABD’nin yanına geçerek saf değiştirmesine neden olmuştur. Bu doğrultuda ABD ve İsrail, İran’ın Iraklı Kürtlere yönelik çabalarını desteklemiştir. Aslında bu dönemde ABD devrede olmasaydı, Molla Mustafa Barzani ve Şah Pehlevi arasında bir güven ilişkisi kurulamazdı.[3]
Irak’ta 1968’de gerçekleşen Baas darbesi, Bağdat’ın hem İran hem de Kürtlerle arasındaki ilişkiyi daha da zorlaştırmıştır. Baas rejimi Kürt ayaklanmalarını kökten bitirmek için 1969’da geniş çaplı bir operasyon düzenlemiştir. Ancak Irak yönetimi ABD, İsrail ve İran’ın desteğini arkasına alan Kürtlerin ayaklanmasını bastıramamıştır. Sonuçta Kürtlerle anlaşmaya zorlanmıştır. 11 Mart 1970’te Barzani ve Irak yönetimi arasında anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşma ile Kürtler geniş siyasi, kültürel ve ekonomik haklar kazanmıştır.[4]
1974’e gelindiğinde, Irak kendisini yeni toparlamış ve SSCB ile ilişkilerini daha da derinleştirmiştir. Nitekim Irak, SSCB donanmasının Basra Körfezi’ne gelmesini sağlamıştır. Bu durum Irak yönetiminin İran’a karşı özgüvenini arttırmıştır. Irak, Şattültarap nehrinin tam hakimiyetini talep etmiştir.[5] Buraya giren gemileri teftiş ederek İran bayraklarının indirilmesini istemiştir. Bu durum iki ülkeyi savaşın eşiğine getirmiştir. İran Şahı bu dönemde Irak geri adım atmadığı takdirde Irak’ı parçalayabileceğini düşünmüştür. 1974’te yine Iraklı Kürtler ve Bağdat arasında çatışma başlamıştır. Çok kanlı geçen bu çatışmanın sonucunda Saddam isteğine ulaşamamıştır. Neticede Irak yönetimi, çeyrek asır geçtikten sonra İran ile anlaşmadan Kürt sorununu çözemeyeceğini anlamıştır. Bu dönemde, Kürt ayrılıkçılığının güçlenmesinin yanı sıra İran’ın savaşma iradesi, ABD’nin Şah’ı desteklemesi ve Arapların İsrail karşısındaki yenilgisi Irak’ı korkutarak İran ile anlaşmaya zorlamıştır. Bu da, 1975 Cezayir Anlaşması’na giden süreci başlatmıştır.
1975 yılında İran ile Irak arasında imzalanan Cezayir Anlaşması, Irak’ın İran’ın toprak bütünlüğünü kabul etmesi karşılığında Tahran yönetiminin Kürtlere desteğini kesmesini öngörmüştür. Bu tarihten sonra Kürtlere sırtını dönen İran yönetimi, daha düne kadar müttefiki olan Barzani’ye bağlı birçok gücün Irak tarafından yok edilmesine göz yummuştur. ABD ve İsrail’in isteksizliğine rağmen yapılan bu anlaşma Iraklı Kürtlerin tarihinin en büyük darbesi olmuştur. Sürecin sonunda Irak, Kürtleri sindirmeyi başarmıştır. Cezayir Anlaşması halen Iraklı Kürtlerin hafızasında derin bir yer işgal etmektedir.[6]
İran, 1980 Irak Savaşı’nınbaşlamasının hemen ardından Kürtler ile yeniden diyalog kurmaya başlamıştır. Bu işbirliği öyle ilerlemiştir ki, Irak güçlerine karşı ortak operasyonlar yapılmıştır. İran bir yandan da Kürt mültecilere kapısını açmıştır. KYP ve KDP gibi Iraklı Kürt gruplar İran’da yerleşmeye başlamıştır. İran bu grupların Irak karşıtı çabaları için bir üs haline gelmiştir.
1979’da gerçekleşen İran Devrimi sonrasında, Irak içine sindiremediği 1975 Cezayir Anlaşması’nın rövanşını alma fırsatını bulmuş ve 1980’de İran’a saldırmıştır. Saddam Hüseyin’in Irak Meclisi’nde basının karşısında Cezayir Anlaşması’nı yırtarak geçerliliğinin olmadığını söylemesiyle sekiz yıl süren İran–Irak Savaşı başlamıştır. Bu süreçte İran yine Irak Kürtlerini destekleme yoluna gitmiştir.
İran’ın Iraklı Kürtlere bakış açısını şekillendiren etmenlerin bir tanesi de kendi içindeki Kürt azınlığı ve bu azınlığın ayrılıkçı potansiyelidir. İran’da yaşayan Kürtlerin sayısı 5 milyon olarak bilinmektedir. Bu nüfusun yüzde 30’unu Şii, yüzde 70’ini ise Sünni Kürtler oluşturmaktadır. Şii Kürtler İran içinde sistemle entegre oldukları için Kürt milliyetçiliği daha ziyade Sünni Kürtler tarafından benimsenmiştir. İran Kürtleri 20. yüzyılın başından günümüze kadar İran’ın içinde “özerk bir Kürdistan” kurmak için çalışmışlardır. İranlı Kürtler, hem Şah hem de Humeyni yönetimiyle silahlı direnişte bulunmuştur. Bu çatışma, İran’da Kürt sorununu sürekli gündemde tutmuştur. Nitekim İran’da etnik sorun konusu “Kürt sorunu” ile özdeşleşmiştir.
Iraklı ve İranlı Kürtler arasında her zaman etkileşim olmuştur. İran Kürtleri bütün Kürtçü hareketlerden etkilenseler de tarihî olarak en fazla Iraklı Kürtlerden etkilenmişlerdir.[7] Zira İran, Iraklı Kürtleri desteklerken Irak da İranlı Kürtleri desteklemiştir. Diğer taraftan İran’ın koruma amaçlı olarak topraklarına yerleştirdiği Iraklı Kürtler bu etkileşimi sürdürmüştür.
İranlı ve Iraklı Kürtler arasındaki etkileşimde Barzani ve ailesinin önemli rolü olmuştur. Bu etki II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlamıştır. 1944’te Mustafa Barzani ve Irak yönetimi arasında çatışma çıkmış ve yenik düşen Barzani 2000 adamıyla birlikte İran’a yerleşmiştir. Bu dönem İran tarihinin çok önemli bir dönemecine denk gelmektedir. II. Dünya Savaşı’nın başında müttefikler Rıza Han'ın Hitler'e yakınlaşmasını bahane ederek 1941 yılında İran'ı işgal etmiş, Rıza Han'ı iktidardan uzaklaştırmışlardı. Rıza Han'ın devrilmesinden sonra ülkede toplumsal ve siyasal değişim yaşanıyordu. Özgürlükler genişletilmiş, siyasi mahkûmlar serbest bırakılmıştı. Basına yönelik sansür kaldırılmış, siyasal ve toplumsal örgütlenme başlamıştı. Aşırı merkeziyetçi devletin çöküşü toplumun genelinde bazı istek ve çatışmaların ortaya çıkmasına neden olmuştu. Rıza Han döneminde temelleri atılan çatışmalar, sınıfsal, etnik, dilsel ve dinsel olmak üzere kendini göstermişti.[8] İşte bu ortam İranlı Kürtleri de etkilemişti. SSCB’nin desteği ile Kürt milliyetçiliği önemli ölçüde yükselmişti. Bu durum Barzani’yi bu defa İran’dayeniden harekete geçirmişti. Nitekim 1946’da İran’da Kürtler tarafından kurulan Mahabat Cumhuriyeti’nin ortaya çıkmasında Barzani kilit rol oynamıştı. Barzani’nin adamları bu yapının askerî gücünü oluşturmuş ve kendisi birliklerin komutanı olmuştu. Bu doğrultuda Mahabat Cumhuriyeti başkanı olan Kadı Muhhamed’ten “cesaret madalyası” almıştı.[9]
Mahabat Cumhuriyeti’nin 1947’de devrilmesinin ardından Barzani SSCB’ye kaçmıştır. Pek çok İranlı Kürt ise Irak’a sığınmıştır. Irak’a sığınan Kürtler Irak yönetiminin desteği ile yeniden örgütlenmiş ve 1960’larda Şah’a karşı mücadeleye girmişlerdir. Irak yönetiminin desteği ile güçlenen İran Kürdistan Demokrat Partisi (İKDP) ve KOMULE’nin o günden bugüne merkezi büroları Irak’ta bulunmaktadır. Mahabat Cumhuriyeti’nin devrilmesinin ardından İKDP Irak’ta Baas yönetimi ile işbirliğine girmiştir. 1979 İslam Devrimi’ne kadar da Irak üzerinden İran’a saldırılar gerçekleştirmiştir. Ancak Şah döneminde pek başarılı olamamıştır. Devrimin hemen ardından iktidar boşluğundan yararlanarak İran’a girerek Kürtlerin yaşadığı bölgelerde hakimiyeti ele geçirmiştir. Humeyni ve yeni rejime teslim olmak istemeyen Kürtler arasında kanlı çatışmalar çıkmıştır. Kürtler bu süreçte Kürtler tarafından desteklenmekteydi. Saddam 1960–70 yıllarının rövanşını almaktaydı. 1980’de başlayan İran-Irak Savaşı’nda İranlı Kürtler, Irak’ın yanında yer aldı.Bu sırada Saddam’ın telkinleri sonucu Halkın Mücahitleri gibi İranlı terör örgütleri ile işbirliğine girdiler. Saddam’ın desteği ile I. Körfez Savaşı’na kadar İran için çok ciddi sıkıntı yarattılar. Saddam ve İran Kürtleri arasındaki işbirliğinin I. Körfez Savaşı ile sona ermesi sonucu İran ve Kürt gruplar arasındaki çatışma da azaldı. İranlı Kürt gruplar Kuzey Irak’a yerleşmeye başladılar.
İranlı ve Iraklı Kürtler arasındaki etkileşim 1991’den sonra da devam etti. 1991’dekiAnfal olayının[10] ardından Iraklı Kürtler mülteci olarak İran’a akın ettiler. Bu kimseler İran’ın özellikle Batı Azerbaycan eyaletine yerleştirildi.1992’den sonra bir grup geri dönse de önemli bir kesim İran’da kaldı.[11] Diğer taraftan 1991’den itibaren hız kazanan sınır kaçakçılığının Kürtlerin elinde olması onlara birtakım fırsatlar sundu. Kuzey Irak’ta özerk bir yönetimin kurulması ile Kürt dilinde kitap, dergi ve gazete yayınlanmaya başlandı. Birçok İranlı Kürt şair ve yazarın çalışmaları buralarda yer aldı. Bu süreçte çeşitli özel televizyon kanallarının ortaya çıkması ve uydu vasıtası ile İranlı Kürtler tarafından izlenilmesi etkileşimi pekiştirdi. Süreç 1997’de Hatemi’nin iktidara gelmesi ile hız kazandı. Hatemi döneminde İranlı ve Iraklı Kürt elitler arasında kayda değer görüşmeler oldu. Bu dönemde Iraklı Kürtler İKDP ve İran arasında arabuluculuk yapmaya soyundu.
Yeni dönemde İran’daki Kürtler yeni ve çok taraflı bir faaliyet programı yürütmektedir. ABD’nin Irak’ı işgalinden sonraki süreçte Iraklı Kürtlerin kazanımları, ABD’nin PKK konusundaki belirsiz politikaları, ABD-İran arasındaki gerginlik ve askerî müdahalenin gündemde olması ve bu doğrultuda İranlı Kürtlere biçilen rol, onları cesaretlendirmiştir. Nitekim Irak’ın işgali sonrası KOMULE, PEJAK ve İran Kürdistan Demokrat Partisi gibi İranlı Kürt örgütleri propaganda, suikast ve halk ayaklanmaları suretiyle çalışmalarını hızlandırmışlardır. İran, Iraklı Kürtlerin bu çerçevede nasıl davranacaklarını dikkatle izlemektedir.
1991 Sonrasında İran’ın Kuzey Irak Politikası
İran devleti ve Iraklı Kürtlerin tarihi işbirliğine bakıldığında İran’ın Irak Kürtlerini bir tehdit olarak görmediği dikkat çeker. 20. yüzyıldaki İran-Irak ilişkilerinde, Tahran ve Iraklı Kürtler ortak düşmanlarına karşı stratejik müttefik konumunda olmuştur. Kürtler her dönemde Bağdat’a karşı Tahran’dan destek bulmuştur. Bu olgu I. Körfez Savaşı’ndan sonra değişmeye başlamıştır. Çünkü savaş beraberinde, İran’ın Kuzey Irak Kürtleri üzerindeki geleneksel hamiliğinin bitmesi ve hamilik rolünün bu sefer ABD tarafından devralınması sonucunu getirmiştir.
I. Körfez Savaşı’nda ABD, İsrail ve Türkiye’nin rolü İran’ı kaygılandırmaktaydı. İran'ın endişesi, kendi rejimine muhalif bazı gruplarınbu bölgeye yerleşme istekleriydi. Kuzey Iraklı Kürtlerin İran Kürtleri üzerindeki etkileri de endişesini artırıyordu. İran’ın bu dönemde Kuzey Irak politikası bölgede varlık gösteren ABD ve İsrail ile rejim muhaliflerinin etkinliklerini engellemek ayrıca Saddam'ın bölgeye girmemesini sağlamak temelinde şekillenmişti. Bu çerçevede İran, Iraklı Kürt gruplar ile ilişkisini koparmadı. Bu dönemde kendisiyle ortak kaygıları paylaşan Türkiye ve Suriye ile işbirliği arayışına girdi. Saddam’ın zayıf düşmesi ve İran’ın ABD’den duyduğu endişe Saddam ve İran’ıyakınlaştırabilirdi. İran, 1975 Cezayir Anlaşması’nda olduğu gibi gerektiğinde saf değiştirebileceğini göstermişti. İşte tam bu dönemde KDP ve KYP arasında çatışmalar yaşanmaya başladı. İran bu süreçte “arabulucu ve barıştırıcı” rolüne soyunsa[12] da aslında Celal Talabani liderliğindeki KYP’yi destekliyordu. Diğer taraftan, iç çatışma ve bölgedeki sürecin belirsizliği Iraklı Kürtlerin gelecekte İran’a yeniden muhtaç olmaları ihtimalini doğurmuş ve bu da onları ihtiyatlı davranmaya itmişti. Hatemi 1997 yılında iktidara geldiğinde İran komşuları ile güvene dayalı bir ilişki kurma çabasında oldu. Dış politikadaki başarısıKürtleri endişelendirse de ülke içindeki demokratikleşme söylemi umutları yeşertmişti. Bu dönemde Iraklı Kürt gruplar, Tahran ile İranlı Kürt gruplar arasında diyalog başlatılması için arabuluculuğa soyunmuşlardır.
İran ve Kürtler arasındaki “ortak düşmana karşı tarihi işbirliği”, ABD’nin 2003’te Irak’ı işgaliyle birlikte hükmünü yitirmeye başlamıştır. Irak’ın işgali İran açısından yeni bir dönemin başlangıcı anlamına gelmektedir. İran açısından bu dönem bir çelişki yumağıdır. Çünkü ABD’nin Irak’a yerleşmesi İran İslam Cumhuriyeti’ni ilk etapta ürkütmüştür. İran bir anda; “BM’yi ciddiye almayan”, müttefiklerini önemsemeyen, askerî operasyona hazır ve güçlü bir Amerika ile karşı karşıya kalmıştır. Irak’taki işgalden önce de, diğer komşusu Afganistan’a yerleşmiş ve “sıranın İran’a gelebileceğini” dillendiren bir ABD vardı. 2003’te ABD çok daha yakınında büyük bir tehdit olarak belirmiştir. Diğer taraftan, Irak’ın işgali İran’a yeni bir stratejik açılım fırsatı sunmuştur. Irak, tarihî olarak İran’ın Orta Doğu’ya açılımını engellemekte, stratejik enerjisini tüketmekte ve jeopolitik ufkunu daraltmaktaydı. Irak’ın askerî anlamda en güçlü Arap devleti olması Arapları Tahran karşısında korumaktaydı. Ama Saddam’ın devrilmesi ile İran, Körfez ve Arap Ortadoğu’sunda rakipsiz kalmıştır. Şiilerin etkin olduğu yeni bir Irak doğmuştur. Şiilik ciddi bir siyasi etken olarak ilk önce İran ve daha sonra Lübnan’da kendisini gösterse de, gerçek anlamda özellikle Arap coğrafyasında bölgesel bir etken haline gelmesi Irak’ın işgalinden sonra mümkün olmuştur. Saddam’ın varlığı Şii potansiyelinin önündeki en büyük engeli oluşturmuştur. Arap Şiiliğinin Irak’ta iktidara gelmesi bölgede Şii jeopolitiğinin yükselişine neden olmuştur. Şii jeopolitiği İran’ın stratejik ufkunu genişleterek, yeni bir manevra alanına sahip olmasını sağlamıştır.
Irak’taki gelişmeler İran’ın gözünde Kuzey Irak’ın stratejik öneminin değişmesine neden olmuştur. İran’ın Irak merkezî yönetimini zayıflatmak için Kürtlere ihtiyacı kalmamıştır. Başka bir ifade ile Saddam’ın devrilmesi ile İran ve Iraklı Kürtleri birleştiren ortak düşman ortadan kalkmıştır. Böylece İran ve Iraklı Kürtlerin ilişkisinin içeriği değişmiştir. Çünkü artık İran’ın yeni stratejik kurgusunun sahnelendiği yer Bağdat, başoyuncusu ise Şiiler olmuştu. İran ve Iraklı Kürtlülerin “ortak düşmanı” sayılan Bağdat yönetimi çökmüş ve ikilinin birbirlerine olan Bağdat karşıtı stratejik ittifak anlamsızlaşmıştı. Başka bir ifade ile söylersek, tarafların birbirine yaşamsal ihtiyacı kalmamıştır. Bu durum Tahran ve Iraklı Kürtlerinin ilişkilerini yeniden tanımlamaya zorlamakla birlikte yeni krizler, gerilimler, sorunlar ve anlaşmazlıklara gebe olduğu açıktı.
2003’te İran ve Iraklı Kürt ilişkilerini de başka yeni değişikliklere de tanım olmaktayız. 1991 1.Körfez Savaşıyla itibariyle ABD, AB ve bölge devletleri Iraklı Kürtlerle daha yakından ve aktif ilişki kurmuşlardı.1991’den başlayan bu süreç 2003’te zirveye ulaşmıştı. ABD, Iraklı Kürtlerin birinci ve en güçlü destekçisi olmuş ve bu durum İran’ın önemini azaltmıştı. Iraklı Kürtlerin üzerinde hegemonyası olduğunu iddia eden İran’ın 2003’tan sonra bunu ABD’ye kaptırmıştır. Bu durum İran ve Iraklı Kürtlerin ilişkisini değiştiren önemli faktörlerden biri olmuştur.
İran’ın en önemli dış politika gündemi, ABD ve İsrail ile ilişkileri ve nükleer çalışmaları nedeniyle yaşadığı sorundur. İşte Irak bu açıdan büyük önem taşımaktadır. İran, toprak talebi olmayan, ABD ve İsrail’in bölgedeki arayışlarını kısıtlayan, Sünni Arap devletlerini sınırlandıran ve Basra Körfezi’nin güvenliği konusunda kendisiyle işbirliğine girecek yeni bir Irak görmek istemektedir. İran’ın bu arzusu ABD’nin eliyle bir ölçüde gerçekleştirilmişse de İran’ın nihai zaferi ancak ABD’nin Irak’tan yenik çıkmasıyla gerçekleşmiştir. Şii-Sünni çatışması alevlenmiş ve Tahran, Arapların en güçlü ülkesine hakim olarak Arap devletlerine baskı uygulama imkanı bulmuştur. Arap yönetimleri Saddam’ı istemiyorlardı ancak gelinen noktada Saddam dönemine göre çok daha büyük bir tehdit algılamaktadırlar. Sünni Arapların korkulu rüyası olan “Şii Hilali”nin gerçekleşmesi ihtimali kuvvetlenmiş ve tarihî rakipleri İran çok güçlenmiştir.
İran daha önce Irak yönetimi ile Kuzey Irak üzerinden hesaplaşırken, şimdi Bağdat üzerinden ABD, İsrail ve bölge devletleri ile hesaplaşmaya başlamıştır. İran açısından Kürtlerin önemi bu satranç tahtasında İran ve Şiilere oyun alanı yaratma çerçevesinde anlamlı hale gelmiştir. Kuzey Irak sorununun varlığı, Kürtlerin ayrılıkçı istekleri e Şii-Sünni çatışması çerçevesinde “Irak’ın parçalanma korkusunu”, Bağdat’ın dinsel, mezhepsel ve etniksel olarak çoğulculuğa doğru gitmesi İran lehinde olmuştur. Bu çoğulculuk bir tarafından Irak’ın Arap kimliğini sorgularken diğer taraftan mezhepçiliğin körüklenmesi İran’ın çıkarı doğrultusunda. Iraklı Kürtleri varlığı Irak’ın Arap kimliğini sorguluyor. Bu İran’ın çıkarınadır. Bu parçalanmışlık Irak’ı bölge devletlerinin en önemli i sorunlarından biri haline getirmiştir. Bu ise, bir taraftan bölge devletlerinin oyun alanını daraltırken diğer taraftan da ABD’yi bölgesel politikalarını sorgulamaya itmektedir. Sünni Arapların ABD-Şii işbirliğinden rahatsızlık duymaları, Amerikan karşıtlığı için yeni bir neden oluşturmaktadır. Bu koşullar tekfirci/selefi radikal grupları beslemektedir.
İran, Iraklı Kürtlerin ABD-İran gerginliğinde nerede yer alacaklarını dikkatle izlemektedir. Kürtlerin ABD ve İsrail ile olan ilişkilerinden, bu ülkelerin Kuzey Irak’a yerleşmelerinden ve Kuzey Irak’ı İran karşıtı faaliyetleri için üs haline getirmelerinden endişe duymaktadır. Kürtler bu konuda güven vermeye çalışsalar da İran’ı tatmin edememektedir. Nitekim İran, İranlı muhalif Kürt grupların Kuzey Irak’taki bürolarının kapatılmasını ve çalışmalarının durdurulmasını istemektedir. Buna karşılık Kürtler, İran’a karşı manevra alanlarını daraltmamak için Tahran’ın taleplerine “tatmin edici” bir karşılık vermemektedir.
İran, yeni Kuzey Irak politikasında Türk dış politikasını etkileme hesapları yapmaktadır. Tahran, ABD ile olan gerginliğinde Türkiye’nin tarafsız kalmasını istemektedir. Kuzey İran-Türkiye ilişkilerinde tarihsel olarak hep gerilimlerin kaynağı olmuştur. İran, Bağdat yönetimi nedeni Iraklı Kürtlerle ilgilenmesi Türkiye’yi rahatsız etmiştir. İran’ın bu siyasetinin “Kürt milliyetçili/ayrılıkçılığı kışkırtması olarak görmüştür. Türkiye-İran kuzey Irak konusunda bazı dönemlerde işbirliği yapsalar da hep birbirlerine güvenmemişlerdir. İran, Türkiye’nin Kuzey Irak’taki niyetlerine güvenmemekte ve Türkiye’nin gerçek niyetinin Musul ve Kerkük petrolünü ele geçirmek olduğunu iddia etmektedir
2003’te Saddam’ın devrilmesi, Bağdat’ta Kürtlerin gücünü artırmıştır. Kürtlerin başta ABD olmakla birlikte batıyla kurduğu iyi ilişkiler Iraklı Kürt siyasi hareketini göreli olarak rahatlamasına ve savunma pozisyonundan çıkarak devletleşme istekleri açığa çıkmaya başlamıştır. Iraklı Kürtler 2003’ten sonra Kerkük’ün statüsü ve enerji gibi tartışmaların gösterdiği gibi bağımsızlığı hedefleyebilecekleri yeni bir durum doğurmuştur. Bu durum ayrıca Iraklı Kürtlerin iç siyasetini, Irak’ın diğer etnik, din ve mezhepsel grupları ve bölge devletleriyle olan ilişkilerinin şekillenmesinde önemli diğer bir etken olmuştur.
Yeni durum İran açısından yeni sorunlar ve gerilimlere gebe olduğu için yeni politikalar gerektirecekti. İran yeni dönemde Kürtlerin Irak Şiilerle ortak hareket etmesi, kendi aleyhinde dönüşmesine engellemek, Kürtlerin ABD ile olan ilişkileri, Türkiye ile olan ilişkileri sınırlandıracak ve baskı uygulayacak, kendi Kürtlerinin siyasi ve silahlı hareketlerini engelleyecek, Kürtlerin ayrıkçılığını engelleyecek, enerji konularında söz sahibi olacak şekilde ortaya çıkmıştır. İran, Irak’ta Bağdat’tan olabildiğince bağımsız hareket eden bir Kürt bölgesi tehdit olarak görmektedir.
İran kendi stratejik çıkarları yönünde en büyük engelin Mesut Barzani olarak görüyor, onu sınırlamak, dizginlemek ve kendi stratejik çıkarları doğrultusunda dönüştürmek istese de başarılı olamamıştır. Gün geçtikçe İran’ın Barzani ile olan sorunları artarak devam etmiştir. Barzani’nin Bağdat’la olan ilişkisi, petrol ve enerji kullanım sorunu, Kürdistan’ın bağımsızlığı, Kerkük’ün statüsü, Barzani bölgesinde bulunan İranlı Kürt muhalefet ve Barzani’nin Türkiye ile kurduğu siyasi ve ekonomik ilişkiler İran-Barzani arasında en önemli sorunlardır.
Celal Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtsever Birliği(KYP) kendisini solcu olarak tanımlayarak milliyetçilikten uzak durma ve bu nedenle Kürtlerin bağımsızlığına karşı ve Irak merkezi yönetimi Bağdat ile iyi ilişki kurma niyetindedir. KYP İran’ın en yakın muteffiki iken Türkiye’ye karşıdır ve Türkiye’nin askeri ve siyasi varlığında rahatsızlık duymaktadır. Iraklı Kürtleri tarihte olduğu gibi İran olduğunu düşünmektedir. Barzani ise milliyetçi söylemi ile bağımsızlık taraftarıdır. Bağdat ile ilişkilerin gevşek yürütülmesinin taraftarıdır. Türkiye ile ilişkileri iyi iken İran’a mesafelidir. İran’a güvenmemekte ve Tahran2ın kuze Irak’ı kedi stratejik çıkarları doğrultusunda zarar verebileceği düşünülmektedir. Nitekim İran lı şirkete istihbarat faaliyetleri nedeni ile çalışma imkanlarını daraltmaktadır
. İran Barzani’nin gücünü sınırlandırmak için PKK’nın IKYB ile KDP’ ye karşı etkin olmasını arzulamaktadır. Suriye’de PYD/PKK ile işbirliği yapan İran, Irak Kürt Bölgesi’nde artan KDP etkisini karşı PKK-KYB ittifakını desteklemektedir. İran bu ittifakı destekleyerek KDP’yi güçsüzleştirmek niyetindedir. Irak’ın toprak bütünlüğünü desteklediğini sürekli vurgulayan İran, Irak Kürt bölgesinin kendi içinde farklı aktörler tarafından kontrol edilen “kantonlar” şeklinde yönetilmesini desteklemektedir. Bu da zaten PKK’nın amaçlarıyla örtüşmektedir. PKK 2013 yılında gerçekleştirdiği Kongre’de açıkladığı Siyasi Tutum Belgesi’nde öncelikli hedeflerden biri olarak “Irak’ta etkili bir aktör olmayı” belirlemişti
Kürtler açık şekilde İran’ı karşılarına almak istememekte ve İran-ABD gerginliğinde tarafsız kalacaklarını belirtmektedir. Kuzey Irak’ın İran ile ABD arasında bir hesaplaşma alanı olmasından endişe duymaktadırlar. Erbil’deki İranlı diplomatların ABD tarafından yakalanmasından sonra ise bu gerginliğin dışında kalmaları mümkün görünmemektedir. Bu nedenle, İran-ABD ilişkilerinin düzelmesini istemektedirler. Son dönemde İran-ABD diyalogunun başlatılmasında “Bağdat kanalı” adı verilen girişimde Şiilerin yanı sıra Kürtler de bulunmaktadır. Iraklı Kürtlerin bekâlarını sürdürebilmeleri için Türkiye ve İran gibi iki büyük komşunun en azından birinin desteğine ihtiyaçları vardır. Bir komşusu ABD ile iyi ilişkisi olmasına karşılık onlardan rahatsızlık duymakta, diğer komşusu ise ABD ile kötü bir ilişkiye sahip olmasına rağmen açıkça karşıt bir tavır takınmamaktadır. Irak Kürtleri, komşuları arasında en fazla İran’dan destek almalarına rağmen yine en çok ondan korkmaktadır. Zira bölge devletlerin içinde Kürtlere en çok zarar verebilme olanağına sahip ülke İran’dır. İran’ın devlet yapısı ve saldırgan dış politika geleneği nedeni ile istikrasızlık yaratabilecek potansiyel ve araçlarının olduğunun farkındadırlar. Diğer taraftan İran ile ters düşmeleri durumunda Iraklı Şiileri kaybetmeleri yüksek bir ihtimaldir. Ayrıca bu durum, Kuzey Irak konusunda İran-Türkiye ilişkileri zora sokabilir.
Nükleer mutabakat İran’ın Kürtlerle olan ilişkilerini Tahran lehinde değişime yol açabilir. İran-IKBY ekonomik ilişkiler gelişebilir. İran, kuzey Irak üzerindeki çabalarını artırabilir. Bu çerçevede Erbil-Süleymaniye gerginliği aratabilir. ABD-İran ilişkilerindeki gerginliği düşmesi Tahran’ın önünü açabilir. ABD, kuzey Irak üzerinde İran’ın etkisini artırmak isteyebilir. IŞİD’ın kuzey Irak’ı tehdit etmesi İran-IKYB arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi için yeni bir nedendir. Özellikle IŞİD’in kuzey Irak’a saldırdığında İran’ın sunduğu askeri destek bu ilişkinin hem zorunluluğunu hem de mümkün olabileceğinin göstergesidir. Ayrıca ABD bu ilişkinin IŞİD’e karşı destekleyebilir.
Sonuç ve Genel Değerlendirme
İran, kendisinden toprak talebinde bulunmayan bir Irak ile iyi ilişki kurma arzusunu 20. yüzyıl boyunca defalarca göstermiştir. Ancak Irak’ın yayılmacı ihtirası durmamış; Kuveyt, Suudi Arabistan ve İran ile olan ilişkilerine bu ihtiras damgasını vurmuştur. İran bu nedenle, zayıf bir Irak’ı tercih etmektedir.
İran'ın Irak politikası 1920'den günümüze kadar paradoksal bir çerçevede şekillenmiştir. Irak’ın toprak bütünlüğünü istese de her zaman etnik ve mezhepsel farklılığı merkezî yönetime karşı kışkırtmıştır. Irak'ı zayıflatmak için devrim öncesi sadece Kürtleri, devrimden sonra ise Şiileri ve Kürtleri desteklemiştir. Irak’taki Kürtlerin ve Şiilerin merkezkaç eğiliminin pekişmesinde İran'ın önemli rolü olmuştur. “Dost bir Irak”ın ortaya çıkmasının yolunun Sünni Arapların tarihî egemenliği kırmaktan geçtiğini görmüş ve Şiiler ile Kürtler bu çerçevede önem kazanmıştır. Başka bir ifadeyle, dost bir Irak’ın güvencesini, etnik ve mezhepsel farklılığın siyasal alana taşınmasında görmüştür. Bu durum İran'a hem nüfuz alanı açmakta, hem de Irak'ı dış oyunlara daha açık hale getirerek İran karşısında zayıf bir pozisyona itmektedir. İran’ın, ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında bu tarihî hedefine ulaştığını söylemek mümkündür.
Türkiye’de gündemin en ön sıralarındaki konulardan biri olan Kuzey Irak’taki gelişmeler, İran basınına hemen hemen hiç yansımamaktadır. Resmî yetkiler “Irak’ın toprak bütünlüğüne saygılı” olduklarını tekrar etmek dışında hiç bir açıklama yapmamaktadır. Üstelik İran, Kuzey Irak’taki “Kürdistan Bölgesel Yönetimi”ni resmî olarak tanımakta ve bu bölgenin yöneticileri İran resmî yetkilileri tarafından kabul edilmektedir. “Kürdistan Bölgesel Yönetimini” ifadesi hem resmî yetkililer hem de basında yaygın olarak kullanılmaktadır.İran ve Iraklı Kürtler arasında son dönemde çeşitli alanlarda işbirliği komiteleri kurulmuştur. Erbil’de İranlı diplomatların kaçırılmasıolayının ardından ilişkilerin geliştirilmesi gündeme gelmiştir.
İran, Iraklı Kürtleri Bağdat'la hesaplaşma aracı olarak görmüş ve defalarca faydalanmıştır. Ancak Saddam'ın devrilmesi ve Şiilerin etkinlik kazanmasıyla birlikte Kürtlerin bu çerçevede İran için önemi kalmamıştır. Ancak Iraklı Kürtlerin merkezkaç eğilimi yine İran’ın işine yaramaktadır. Kürtlerin siyasi duruşu Irak’ın geleneksel Arap ve Sünni Arap kimliğinin egemenliğini kırmaktadır. Söz konusu durum Irak’ın Arap dünyası ile olan ilişkisini karmaşık hale getirmektedir. Ayrıca Şiilerin kazandığı etkinlik, Irak’ı İran’a yaklaştırırken, Sünni Araplardan uzaklaştırmaktadır.
Kuzey Irak’taki merkezkaç eğilimTürkiye üzerinde ise baskı oluşturmaktadır. Türkiye-ABD ilişkileri olumsuz etkilenmekte, Türk toplumunda Amerikan ve İsrail karşıtlığı zemin kazanmakta ve Ankara’nın bölgesel manevra alanı daralmaktadır. “Irak’ın parçalanma korkusu” Türk dış politikasının enerjisini azaltmakta ve farklı stratejik çıkarlarını gerçekleştirme konusunda Türkiye’nin inisiyatif almasını zorlaştırmaktadır. Bu şartlar, İran-Türkiye ilişkilerinde İran’ın lehinde önemli bir ortam oluşturmaktadır.
İran’ın politikalarına baktığımızda Irak’ın toprak bütünlüğünün “olmazsa olmazlar” arasında yer almadığı görülmektedir. Irak üzerinde bölgesel ve küresel güç mücadelesi dikkatle değerlendirildiğinde parçalanmış bir Irak senaryosundan en az zararla çıkacak devlet İran’dır. Irak parçalanırsa Sünniler, Kürtler ve Şiiler olarak üç bölge oluşur. Kürt bölgelerinde laik bir devlet kurulsa da, Şii ve Sünni bölgelerinde mezhep temelli devlet kurulması büyük bir ihtimaldir. Sünnilerin bugün yürüttüğü direniş gelecekte varolabilecek devletlerinin ne denli şiddetli bir Amerika ve İsrail karşıtı olacağını göstermektedir. Üstelik Şii bölgeleri de İran’ın nüfuz ve etkinlik alanı haline gelebilir. Bu çerçeve bir taraftan da İsrail-Türkiye ilişkilerinin Irak bağlamında yeniden şekillenmesine de neden olabilir. Böyle bir denklemde de Kürtler, Sünni Arap devletleri ve Türkiye karşısında direnebilmek için İran’a ve Şiilere yaklaşabilir. İşte bu u açıdan bakıldığında, İran’ın dillendirmediği bir B planı olabilir.
[1] Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. Esger Ceferi Veldani, Berresi-e Tarihi Ehtelafat-e Merzi-e İran ve Erag, Tahran, Defte-e Mutaleat-e siyasi ve Beynelmoleli, 1376.
[2] Cehangir Keremi, “Siyaset-e İran Der Gebal-e Kordestan”, Siyaset-e Defayi, Tahran, Sayı 26-27, s. 80.
[3] Iraklı Kürtler ile merkez yönetim arasındaki çatışma hakkında daha detaylı bilgi için bkz. Kendal, Kordha, Tahran, Ruzbehan Yayınevi, 1372, ss.173-247.
[4] Kendal, s.192.
[5][5] Abdulreza Huşeng Mehdevi, Siayeset-e Hariciye İran Der Dovrey-ePehlevi, Tahran, Peykan Yayınevi, 1377, s.259.
[6] Nitekim Mesut Barzani El-Arabiye televizyon kanalıyla yaptığı söyleşide “ bu anlaşmanın çok acı olduğunu ve geçerliliğini yitirdiğini” söylemiştir. http://fardanews.com/shownews.php?id=10478.
[7] Haşım Ahmetzade, “Ez Hozey-e Egelliyetha”, http://www.washingtonprism.org/
[8] Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. Emre Bayır, ‘Fars Milliyetçiliği ve Güney Azerbaycan Milli Direniş Hareketi’, Avrasya Dosyası, Cilt 5 Sayı 3, Sonbahar 1999.
[9] “Negahi Be Negş-e Molla Mustefa Barzani Der Tehevulat-e Kordestan-e Erag” www.ir-psri.com.
[10] Anfal operasoyunu 1988 yılında başlatıldı. ıÜü Al Anfal, “Allah ve Saddam adına kafirlerin yok edilmesi, malının mülkünün talan edilmesi” anlamını gelmektedir. Operasyonda 180 bin Kürt ve Türkmen hayatını kaybetti. Yerleşim merkezleri haritadan silindi. Ayrıca kimyasal silahların kullanıldığı iddia edilmektedir.
[11] Rıza Türk, “Azerbaycan ve Meseley-e Kord”, Çenllibel, Cilt 1 Sayı 3, Negede , 1383, s.45.
[12] Cehangir Keremi, s.81.