Esed/Baas Rejiminin sebep olduğu 12 yıllık Suriye iç savaşında gelinen noktada geriye parçalanmış bir ülke, yarım milyondan fazla ölüm, milyonlarca yerinden edilmiş insan ve sığınmacı kaldı. Bunun yanında bu savaşın rejim açısından da birtakım kazanımları bulunmaktadır. Rejimin hayatta kalma meselesinin Esed açısından her şeyden önemli olduğu göz önüne alındığında ağır bedeller karşılığında da olsa rejimin bugün itibariyle bunu başardığı görülmektedir. Elbette Suriye savaşının başlangıcından bu yana pek çok faktör – ki tamamına yakını dış faktörlerdir- rejimin hayatta kalma başarısına katkıda bulunmuştur.
Bu yazıda hem rejimin en temel başarısı olan hayatta kalmaya katkıda bulunan faktörler ele alınacak hem de buna ek olarak bugüne kadar ne tür kazanımlar elde ettiği irdelenecektir. Suriye savaşının en fazla sivilleri mağdur etmesine karşılık, rejimin de bu savaşta pek çok şey kaybettiği aşikârdır. Ancak uzun yıllardır kayıplarıyla görmeye veya tartışmaya alışık olduğumuz rejimin pek fazla görmeye ya da tartışmaya alışık olmadığımız birtakım kazanımlarını da fark etmek rejime dair algımızı daha gerçekçi bir zemine oturtacaktır. Böylelikle rejimin geleceği ile bu durumun bölgesel ve uluslararası etkilerine dair daha isabetli öngörülerin oluşturulmasına da yardımcı olacaktır.
Rejimin hayatta kalmasında önemli bir rol oynayan etkilerden ve rejimin elde ettiği en dikkate değer kazanımlardan birisi de hiç şüphesiz ABD’nin Suriye iç savaşındaki tutum değişikliğidir. ABD kabaca DEAŞ’ın Irak’tan sonra Suriye’de de ortaya çıkıp toprak kontrol eder hale geldiği 2013 yılının ortasına kadar CIA aracılığıyla Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) bileşenlerine istihbarat ve kısmi askerî destek aktarılmasında öncü bir rol oynamıştır(1) . ÖSO’ya aktarılan destek, ABD’nin yanı sıra bazı Avrupa ülkeleri ile Türkiye ve Ürdün’ün içinde olduğu bölge ülkelerinin de katkı sunduğu “Ortak Operasyon Odaları” aracılığıyla koordine ve icra edilmiştir(2) . ABD’nin en başından beri Suriye’de rejim değişikliği gibi bir önceliği ve hedefi bulunmamasına rağmen, bir noktaya kadar sağladığı kısmi destek rejimin mevzi kaybetmesinde ve zayıflamasında etkili olmuştur. Bunun sonucunda 2013’ün büyük bir kısmında moral üstünlüğün ÖSO ya da muhalifler tarafında olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Henüz DEAŞ’ın Suriye’de faaliyet göstermediği 2013 tarihli toprak kontrolü haritalarına bakıldığında ÖSO’nun toprak hâkimiyetinin farklı yorumlara açık olmasıyla birlikte ya rejime denk olduğu ya da rejimin kontrolündeki topraklardan fazla hâkimiyet alanının olması bunun başka bir göstergesidir. Ancak DEAŞ’ın Suriye’de faaliyet göstermesi ve gücünün artmasının ardından ABD için zaten bir öncelik olmayan ‘rejimi devirme’ veya ‘muhalefeti destekleme’ ajandası, kademeli bir şekilde sona ermiş ve ABD için Suriye meselesi bütünüyle “DEAŞ’la mücadele”ye indirgenmiştir. Bu noktadan sonra rejim açısından biri askerî diğeri de siyasî olmak üzere iki önemli meydan okuma ortadan kalkmıştır. Bunlar: Askerî olarak Suriye muhalefeti rejime eskisi kadar tehdit oluşturamamış, siyasî olarak da ABD fiilen rejimi ‘zayıflatma’ faaliyetlerini sonlandırmıştır.
ABD’nin tutum değiştirmesini ise yalnızca ABD ile sınırlı kalan bir olgu olarak değerlendirmek mümkün değildir. Zira ABD’nin tutum değiştirmesini müteakiben Suriye muhalefetine destek veren Avrupa ülkeleri ve bölge ülkeleri de peyderpey ortak operasyon odalarındaki katkılarını durdurmuş ve nihayet vekâlet ilişkisi içerisinde oldukları askerî grupları tasfiye etmeye başlamışlardır. Sonuç olarak Suriye muhalefetini askerî ve siyasî olarak zayıflatan bu unsurlar, aynı zamanda rejim için askerî ve siyasî kazanımlara dönüşmüştür.
Suriye iç savaşında rejimin en büyük kazanımlarından biri şüphesiz Rusya ile geliştirmiş olduğu güçlü ittifak ve bunun sayesinde Rusya’nın kendisine verdiği sarsılmaz destek olmuştur. Elbette rejim ile Rusya’nın öncülü olan Sovyetler Birliği’nin ittifakı, Suriye iç savaşından ve hatta Beşşar Esed’in iktidarından çok daha eskiye dayanmaktadır. Ancak bu ittifakın rejim ile Rusya arasında bir ‘kader birliği’ seviyesine taşınması ancak Suriye savaşı şartlarında mümkün olmuştur. Şüphesiz Rusya iç savaş şartlarını Suriye’de daha yüksek seviyede bir nüfuz elde etmek ve uzun vadeli jeopolitik hedeflerini gerçekleştirmek için bir fırsat olarak görmüştür. Dolayısıyla Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi rejimin talebi olduğu kadar Rusya’nın da arzu ettiği ve stratejik çıkarlarına uygun bulduğu bir adım olmuştur.
Öte yandan, Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi ile pekişen Rusya-rejim ittifakının, rejim açısından olumlu katkılarının yanında birtakım maliyetleri de olmuştur. Suriye topraklarının zaten bir bölümü Türkiye destekli Suriye muhalefeti, diğer bir bölümü ABD destekli YPG tarafından kontrol edilirken rejimin kontrol ettiği topraklarda dahi tam teşekküllü bir rejim egemenliğinden söz etmek imkânsız hale gelmiştir. Zira İran ile birlikte Rusya, Suriye devletinden geriye kalan sınırlı egemenliği bile seyreltmiş, rejimin kontrol ettiği bölgelerde dahi rejimin ‘yegâne’ otorite olmasına müsaade etmemiştir. Tartus ve Humeymim üslerindeki Rus hükümranlığı (3), Rus hava gücünün Suriye hava sahasını ABD ile birlikte domine etmesi, 5. Tümen ve Kaplan Güçleri gibi Rus nüfuzuna doğrudan açık askerî birlikler ve devlet kurumlarının varlığı rejim aleyhine genişlemiş olan Rus nüfuz ve hükümranlığının somut örneklerini teşkil etmektedir.
Buna rağmen, Rusya ile pekişen ittifakın rejim açısından daha ziyade bir kazanım olduğu açıktır. Rusya’nın rejime katkısı, yalnızca Suriye’ye taşımış olduğu askerî unsurlar ile kahredici bir ateş gücünü rejimin hizmetine sunmasıyla sınırlı değildir. Rusya, devasa ateş gücüyle silahlı Suriye muhalefetini adım adım tasfiye ederken Suriye muhalefetine destek veren bölgesel aktörlerin de ‘Suriye Devrimi’ne destek verme azmini kırmıştır. Muhalefete bir şekilde destek veren bölgesel aktörlerin her biri için nükleer silahlara sahip bir büyük/süper gücün krize rejimin safında müdahil olması güçlü bir caydırıcı unsur olmuştur. Daha önemlisi ise Rusya, BM Güvenlik Konseyi (BMGK) daimî üyesi sıfatı ve kapasitesiyle uluslararası arenada rejimi tam bir koruma altına almıştır. O kadar ki Rusya, rejimin uluslararası toplum nezdinde en kabul edilemez suçu olan kimyasal silah kullanımının potansiyel sonuçlarından dahi onu koruyabilmiştir(4). Bugün gelinen noktada da Rusya, BMGK daimî üyeliğinden aldığı güçle pek çok BM organının rejimi muhatap almasını ve onu normalleştirmesini mümkün kılmıştır. Hatta Rusya’nın veto gücü sebebiyle rejim, fiilen hiçbir kontrolünün olmadığı Suriye’nin kuzey bölgelerinde, insani yardımın hangi sınır kapısından geçip geçmeyeceği (Bab el Heva değil Bab el Selame) ve insani yardımların ne kadar süreyle yapılabileceği gibi yerinden edilmiş Suriyeliler için hayati konularda dahi söz sahibi olmuştur.
Esed’in 12 yıllık iç savaşın sonunda en değerli gördüğü kazanımlarından birisi hiç şüphesiz demografik açıdan Suriye’nin çok daha “homojen”(5). ve ‘yönetilebilir’ bir ülkeye dönüşmesidir. Milyonlarca Suriyeli ülke dışına çıktığı ve bir o kadar Suriyeli de ülke içinde yer değiştirip rejimin kontrol etmediği bölgelerde yaşamaya başladığı için rejim açısından büyük bir ‘sadeleşme’ gerçekleşmiştir. Elbette rejim açısından mezkûr homojenliğin mezhebî bir boyutu da bulunmaktadır. Savaş sebebiyle Suriye’yi terk eden veya ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalan Alevî, Kürt, Hristiyan, Dürzî vs. pek çok unsur olmakla beraber, ülkenin savaş öncesi demografik dağılımının da doğal bir yansıması olarak Sünnî Arap kitle en büyük grubu oluşturmuştur. Ancak bundan daha önemlisi, Suriye’yi terk eden veya ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalan toplumsal kesimler, rejimin yönettiği bir Suriye’yi ‘en kötü alternatif’ olarak tasavvur eden muhalefet duruşları güçlü olan kesimlerdir. Ekonomi ve kontrol bahsinde de değinileceği gibi eğitimli, orta sınıf, entelektüel ve sorgulayan kesimler, aslında rejimin kendisinden en fazla tehdit algıladığı ve en çok hedefe koyduğu kitledir. Dolayısıyla rejim, yalnızca sayısal olarak Suriye nüfusunda bir sadeleşme ya da seyrelmeyi başarmamış aynı zamanda kendisi açısından en sorunlu kitleden de kurtulmuştur. Daha genel manada ise otoriter ve azınlık diktası yönetimlerin bir özelliği olarak rejim, meşruiyetini ve gücünü halktan almadığı için, en geniş tanımıyla halkın kendisi onun bekası için tehdit oluşturmaktadır. Dolayısıyla rejim, yönettiği kitle içerisinde birtakım tercihlere sahip olmakla beraber ayrım gözetmeksizin yönettiği halkın topyekûn sayıca azalması kendi devamlılığı açısından arzu edilebilir bir gelişme olmuştur.
Tersinden okunduğunda ise rejim kontrolünde kalan toplumsal kesimlerin muhalif duruşa sahip olmadıklarını söylemek doğru değildir. Rejimin en sadık gördüğü toplumsal kesimlerde dahi bir memnuniyetten söz etmek mümkün değildir. Rejim kontrolündeki bölgelerde rejimin başardığı homojen, yumuşak başlı ve uysal toplumsal yapı, ödenen ağır bedellerin, ibretlik acıların ve rejim şiddetinden duyulan korkunun bir sonucudur. 12 yıllık savaş ve yıkımın getirdiği ağır maliyet, hâlihazırda rejim kontrolünde yaşamakta olan toplumsal kesimlerde derin bir yorgunluk meydana getirmiştir. Anlaşılması son derece doğal olan bu yorgunluk ve yılgınlığın ne kadar uzun ömürlü olacağı, diğer bir ifadeyle rejim kontrolü altında yaşamakta olan toplumu ne kadar süre uysal kılacağı belirsizdir. 12. Yılını geride bırakan Suriye krizinin uzun yıllar devam etmesi halinde jenerasyonel bir değişimin, toplumun kolektif hissiyat ve tepkilerinde birtakım farklılıklar oluşturması muhtemeldir. Daha açık bir ifadeyle, savaşın bütün maliyetlerini bizzat tecrübe eden neslin çıkardığı dersler, hissettiği yorgunluk ve yılgınlık ile rejimden duyduğu korku, bir sonraki nesilde aynı derecede canlı ve etkili olmayacaktır. Bu ise uzun vadede, mevcut nesilde hâkim olan yılgınlık ve korkunun yerini bir sonraki nesilde öfke ve direniş gibi toplumsal reflekslere evrilmesini mümkün kılabilir.
Ortadoğu’daki çok yönlü ve çok aktörlü normalleşme eğilimine uygun bir şekilde rejimin de Arap dünyasında normalleştirilmesi şüphesiz kendisi açısından çok büyük bir nimet ve kazanımdır. Elbette rejim ile ilişkilerini normalleştirme arzusu içinde olan özellikle Türkiye ve Ürdün gibi tekil bölgesel ülkelerin normalleşme için kendi iç politik dinamiklerinden kaynaklanan birtakım saikleri bulunmakta ve bu sebeple pek çok ülkenin rejimle normalleşme arayışını bütünüyle rejimin marifeti ya da başarısı olarak görmemek gerekir. Ancak yakın bir geçmişe kadar dünya çapında çok az sayıda ülkeyle temas kurabilen ve sadece o ülkeler nezdinde meşru bir muhatap olarak görülen rejim için resmî bir kapasitede tekrar kabul ve tanınmaya(6) mazhar olmak çok büyük bir ilerlemedir. Dahası, rejim normalleştirilme ve üzerindeki tecridin kalkması şeklindeki bir ödülü kazanabilmek için bir çaba içine bile girmemiştir. Rejimle ilişkilerini normalleştirme arayışı içindeki ülkelerin neredeyse tamamının yine yakın bir geçmişe kadar rejimi devirme yolunda aktif veya dolaylı katkı sağlayan aktörler olması, rejim açısından kazanımın büyüklüğünü gösteren bir başka unsurdur. Rejim hâlihazırda herhangi bir konuda Suriye muhalefetine de normalleşme çabası içindeki ülkelere de herhangi bir taviz vermemiştir. Suriye krizine dair yürütülen diplomatik süreçlerin hepsinde rejim bugüne kadar muhataplarına herhangi bir taviz vermeme konusunda son derece ısrarcı ve inatçı davranmıştır (7). On yıldan fazla bir süredir mevcut tutumunu sürdürmekte olan rejim, bugün Arap ülkelerinin liderliğinde normalleştirilirken bir konudaki kanaati pekişmektedir: “Pozisyonunuzu yeterince uzun süre korur ve ısrarcı olursanız, mutlaka kazanırsınız”. Bu ise bugüne kadar zaten pozisyonunu değiştirme ve taviz verme açısından hiçbir esneklik emaresi göstermemiş olan rejimin gelecekte bu tecrübeden hareketle çok daha kararlı ve inatçı davranması için güçlü bir teşvik olacaktır.
Rejim, iç savaş öncesinde de siyasî ve ekonomik alanda son derece otoriter ve kontrolcü bir yapıya sahipti. İç savaşın yarattığı olağanüstü şartlar rejime var olan kontrolünü çok daha sıkılaştırma ve pekiştirme imkânı sunmuştur. İç savaş öncesinde genel manada rejim ile uyum içerisinde olan –rejime meydan okumayan veya tehdit oluşturmayan- bir ekonomik üretim yapısı ve ülkedeki ekonomik faaliyetin icracısı nispeten geniş bir sınıftan söz etmek mümkündür. İç savaş sonrasında da rejimin fiilen küçülmesi ve daralmasına paralel olarak ekonomik alan da küçülmüş ve çok dar bir çevrede yoğunlaşmıştır. Buradaki daralma, yalnızca Suriyeli sermayenin bir kısmının bugünkü rejim kontrolü altındaki bölgelerin veya savaş boyunca ülke dışına çıkmasıyla sınırlı bir olgu değildir. Mezkûr daralma bizzat rejim kontrolündeki bölgelerde gerçekleşmiş ve hatta rejime sadık ve müzahir görülen sermaye özelinde de bir tasfiyeye dönüşmüştür. Bunun boyutunu ve en çarpıcı örneğini hiç şüphesiz Beşşar Esed’in öz kuzeni ve Suriye’nin en büyük sermayedarı Rami Mahluf’un rejim tarafından hedefe konması ortaya koymuştur(8). Rejimin savaş boyunca yaşadığı toprak kaybına ek olarak rejimin askerî ve siyasî bileşenlerinin zamanla rejimden kopması veya bizzat rejim tarafından ayıklanması süreci en nihayet ekonomik alanda da gerçekleşmiştir. Yıllardır rejimi ayakta tutan ana payandalardan biri olan ve aile bağları üzerinden rejimin en merkezindeki konuma sahip olmasına rağmen Mahluf’un tasfiyesi, savaş sonrası ortamda rejimin her alandaki kontrolünü ne kadar merkezileştirdiğini ve ne kadar dar bir çevrede topladığını gösteren bir örnektir. Normal şartlardaki bir ülke için mezkûr daralma son derece olumsuz bir gelişmeyken en önemli meselesi hayatta kalmak ve kendi dar çevresinin kontrolünü genişletmek olan rejim için bu aynı zamanda büyük bir kazanıma dönüşmektedir.
Mahluf’un tasfiyesi, yalnızca rejim içi bir anlaşmazlık ve tasfiye meselesi değil, aynı zamanda Suriye ekonomisinde gerçekleşmekte olan yapısal bir dönüşüme de zamansal açıdan denk gelen bir konudur. Son yıllarda rejimin ekonomik merkezinin bilinen anlamda veya konvansiyonel faaliyetlerden kriminal faaliyetlere taşınması ve rejimin bir narko-devlete dönüşmesi söz konusudur. Rejim, Captagon isimli uyuşturucu hapların büyük çaplı üretimini ve satışını ana ekonomik faaliyet ve gelir kaynağına dönüştürmüş durumdadır(9). Yasa dışı bir gelir kaynağı ve ekonominin ağırlık merkezinin kayıt dışı bir alana taşınması, rejime çok daha geniş bir manevra alanı ve çok daha kontrol edilebilir bir ekonomik faaliyet yapısı sunmuştur. Gelinen noktada hem mezkûr daralma süreci hem de Captagon üretim ve satışının ana ekonomik faaliyet ve gelir kaynağına dönüşmesiyle rejim, geçmişe kıyasla ekonomi üzerindeki mutlak kontrolünü çok daha üst bir seviyeye taşımıştır. Savaş öncesinde rejimin Suriye Gayrı Safi Millî Hasılası (GSMH) içindeki payı ve kontrolü % 40 seviyesindeyken bugün bu pay ve kontrol % 70 seviyelerine ulaşmıştır(10). Aynı dönemde ise Suriye’nin GSMH’si 67.54 Milyar Dolardan(11). 19.719 Milyar Dolara düşmüştür(12). Ekonomide bu yapısal dönüşümlerin bir parçası olarak rejim açısından en tehlikeli görünen sosyal katman, orta sınıf veya potansiyel orta sınıf olduğu için bu kesim rejimin sistematik saldırısına da uğramıştır. Üretim faaliyetinin kaynaklarına saldırmak suretiyle rejim, kendi kontrolü altındaki bölgelerde var olan orta sınıf üzerinde baskı oluşturmuş ve bir çeşit orta sınıfın oluşmasının önüne geçmiştir(13).
Rejim, savaş süresince pek çok konuda zarar görmesine ve kayıplar yaşamasına rağmen savaş şartlarının kendisine sağladığı birtakım kozlar ve kazançlar da elde etmiştir. Bu kazanımlardan biri de hasım olarak gördüğü aktörlere zarar verme kapasitesidir. Rejimin kazandığı mezkûr kapasite veya kozun kendisine karşı en etkili kullanıldığı aktörlerin başında şüphesiz Türkiye gelmektedir. Rejim, Türkiye’nin Suriye muhalefetini destekleyen politikasına karşılık Türkiye’ye zarar vermesi beklentisiyle PYD/YPG kartını oynamıştır. İç savaşın henüz başlarındayken rejimin kuzey ve kuzeydoğu bölgelerde PYD/YPG’ye alan açmak üzere güçlerini çekmesi, o günden bu yana Türkiye’ye pek çok farklı açıdan maliyet üretmiş ve üretmektedir. PYD/YPG varlığı, Türkiye’nin savaş boyunca Suriye’ye yönelik hamlelerinde ve hesaplamalarında mutlaka dikkate almak zorunda kaldığı ek bir külfet ve sorun, bir noktadan sonra da Türkiye için Suriye krizinin en dominant ve öncelikli meselesine dönüşmüştür.
PYD/YPG’nin Türkiye’nin sınırında toprak kontrol eder hale gelmesi en yalın şekliyle Türkiye’nin sınır ve ulusal güvenliğine tehdit oluşturmakta ve ayrılıkçı ajandası sebebiyle de Türkiye’nin toprak bütünlüğünü hedef almaktadır. Rejim de kuzey ve kuzeydoğu bölgelerini PYD/YPG’ye bırakırken tam da böyle bir sonuç almak istemiştir. Rejim bu hamleyi yaparken elbette daha ileri bir tarihte PYD/YPG’nin tam teşekküllü bir ABD partnerine dönüşmesini veya ABD himayesi altına girmesini hesaplamamıştı. Ancak bu gelişmeyle birlikte PYD/YPG’nin Türkiye için maliyeti sınır ve ulusal güvenlik tehdidinin çok ötesine taşınmış, Türkiye’nin ABD başta olmak üzere Batılı müttefikleriyle ilişkilerini zehirleyen bir unsura da dönüşmüştür.
Rejimin özellikle Türkiye’ye zarar vermek üzere kazandığı diğer bir kapasite ise düzensiz göçü Türkiye’ye karşı bir silaha dönüştürmesidir. Özellikle kuzey bölgelerdeki yerel ölçekteki ve rejimin tarafı olmadığı çatışmaların bile Türkiye sınırına doğru göçü tetiklediği hesaba katıldığında rejimin çok daha büyük ateş gücü kullanarak ve hava bombardımanları vesilesi ile büyük bir nüfus hareketini Türkiye sınırına yöneltmesi rejimin kullandığı önemli bir koz olmuştur. Yıllar içerisinde rejimin özellikle sivil alanları hedeflemek suretiyle -ki Rusya ve İran bu konuda rejime çok destek olmuştur- yürüttüğü demografik savaş, bugün Türkiye içerisinde yaklaşık 3 milyon ve Türkiye’nin güvenliğini temin ettiği Zeytin Dalı (Afrin), Fırat Kalkanı (Azez-Cerablus), Barış Pınarı (Resulayn-Tel Abyad) harekâtları bölgeleri ile İdlib’de de yaklaşık 5 milyon olmak üzere toplamda 8 milyon Suriyeli sığınmacının sorumluluğunu Türkiye’ye yüklemiş durumdadır.
Rejim, zarar verme kapasitesini yalnızca Türkiye’ye karşı kullanmamıştır. En azından bir süre Suriye muhalefetine destek vermek suretiyle rejimi karşısına almış olan Suudi Arabistan ve Ürdün gibi Arap devletleri de bir süredir bu durumdan nasiplerini almaktadır. Rejimin ürettiği ve sattığı Captagon uyuşturucu haplarının, Arap dünyasının geneline ulaşmakla birlikte en büyük oranda Ürdün ve Suudi Arabistan’a girdiği anlaşılmaktadır(14). Bu ise hem Ürdün hem de Suudi Arabistan için sosyal bir sorun ve bir güvenlik tehdidi oluşturmaktadır. Rejimle uzun yıllar kötü ilişkilere sahip olmanın bir sonucu olarak mezkûr ülkelerin rejim nezdinde bir davranış değişikliğine neden olacak nüfuzları da bulunmamaktadır. Bu nüfuzdan mahrum olmalarının üzerine Captagon üzerinden de rejim kaynaklı bir şekilde zarar görmeye başlamaları, Arap ülkelerinin rejimi ‘normalleştirme’ adımını atmasında etkili olmuş gibi görünmektedir(15).
Rejimin mezkûr zarar verme kapasitesinin gelişmesinde elbette savaş şartlarının etkisi olmuştur, ancak bunun savaşın çok öncesine giden uzun bir geçmişi de bulunmaktadır. Türkiye’nin 1997 yılındaki askerî müdahale tehdidine kadar Hafız Esed’in PKK’yı ve Abdullah Öcalan’ı Suriye’de himaye etmesi yine o dönem Türkiye’ye zarar verme ve maliyet üretme arayışlarının bir parçasıydı. Hafız Esed döneminden itibaren çok daha yoğun bir biçimde görüleceği üzere bölge ülkelerine farklı zamanlarda ve alanlarda zarar verme davranışı rejim için bir varoluş biçimi olmuştur. Rejim, otoriter bir rejim olarak meşruiyetini ve temellerini geniş manada Suriye halkına dayandıramadığı için bölgenin güç dengesi ve düzeni için kilit bir aktör konumunu hep canlı tutma yoluna başvurmuştur. Lübnan’daki mükerrer ve sürekli müdahalelerinden hatırlanacağı üzere rejim, yalnızca kendisinin çözebileceği ve dolayısıyla kendisine ihtiyaç duyulacağı sorunlar üretmekten kaçınmamıştır. Bugün de rejim, geçmiş tecrübe ve aşina olduğu yöntemlerle komşu ve bölge ülkelerine farklı alanlarda maliyetler üreterek zarar vermekte, bunun üzerinden kendisi için vazgeçilmezlik ve muhataplık devşirmeye çalışmaktadır. Ancak bugün rejim, geçmişten çok farklı bir noktada bulunmaktadır. Hem Hafız Esed dönemi hem de savaş öncesi Beşşar Esed döneminde rejimin bölgede birtakım sorunları üreterek bunları yönetme ya da bu sorunların çözüm mercii olarak kendini sunma noktasında ciddi bir devlet kapasitesi bulunmaktaydı. Bugün ise yukarıda da pek çok boyutu ile ele alındığı üzere o devlet kapasitesi çok büyük oranda ortadan kalkmış durumdadır. Dolayısıyla rejimin aşina olduğu yöntemlerle sorunlar üretmesinin bölgede bugün geçmişten daha farklı sonuçları olacaktır. Keza sorunların çözümü noktasında rejimle muhatap olacak aktörler açısından da sürecin hayal kırıklığıyla sonuçlanma ihtimali bir hayli yüksektir(16).
12 yılı geride bırakan ve hâlihazırda yıkıcı etkileri Suriye’nin çok ötesine ulaşan Suriye iç savaşı, bütün kaybettirdiklerine rağmen Beşşar Esed’e ve Baas rejimine birtakım kazanımlar getirmiştir. Hafızalar tazelenip 2013 yılına gidildiğinde hem devrilen diğer otoriter Arap liderlerin emsal teşkil etmesi hem de silahlı Suriye muhalefetinin rejim karşısındaki başarısı o zamanın şartlarında rejimin geleceği açısından bugünkünden çok daha farklı bir intiba uyandırmaktadır. Ancak pek çok dış aktörün ve faktörün devreye girmesiyle rejim, bütün kaybettiklerine rağmen hayatta kalmayı başarmış ve bu durum başlı başına rejimin kazanımı olmuştur.
Rejimin genel olarak hayatta kalmasına katkı sunması açısından rejimin kazanımlarını ayrıntılı bir şekilde zikretmek gerekirse ABD'nin süreç içerisindeki tutum değişikliği rejim açısından büyük bir nimet olmuştur. Suriye iç savaşının başlangıcında ABD, Suriye muhalefetine destek vererek rejimi zayıflatmıştır. Ancak daha sonra odağını DEAŞ'la mücadeleye kaydırarak rejim değişikliği hedefinden uzaklaşmıştır. Bu, Esed rejimi için bir avantaj olmuştur. Rusya'nın 2015 itibariyle Suriye’ye bizzat müdahalesi ve rejime olan sarsılmaz desteğini bir üst düzeye taşıması ise rejimin kazanımları arasında en belirgin unsurlardan biridir. Rusya, Esed rejimine güçlü bir destek sunarak Suriye'deki dengeyi değiştirmiştir. Rusya'nın Suriye'ye müdahalesi, rejimin hayatta kalması için önemli bir adım olmuş ve uluslararası alandaki izolasyonunu kırmıştır.
Rejimin Suriye içerisinde gerçekleştirdiği büyük demografik değişim de rejim açısından hem kendisine karşı isyan etme cüretini göstermiş olan Suriye halkından aldığı bir intikam, bir cezalandırma yöntemi hem de bir kazanım olmuştur. Suriye iç savaşı sırasında milyonlarca Suriyeli ülkeyi terk etmiş veya ülke içinde yer değiştirmiştir. Bu durum, rejimin gözünde ülkenin daha homojen ve yönetilebilir hale gelmesini sağlamıştır. Bölgesel normalleşme eğiliminin bir parçası olarak rejimin muhatap alınmaya başlanması rejim açısından hem bir mükâfat hem de bir kazanımdır. Rejim, yakın bir geçmişten itibaren Arap dünyasında normalleştirilmeye başlanmıştır. Bazı Arap ülkeleri, Esed rejimiyle ilişkilerini normalleştirerek rejimi uluslararası alanda daha kabul edilebilir hale getirmiştir. Ayrıca savaş şartları, rejimin ekonomik kontrolünü dar bir çevrede pekiştirmesine imkân sağlamıştır. Ayrıca, Captagon adlı uyuşturucu hapların üretimi ve satışı, rejim için önemli bir gelir kaynağı haline gelmiştir. Son olarak rejim, savaş sırasında Türkiye'ye ve diğer Arap ülkelerine zarar verme kapasitesi kazanmıştır. Özellikle PYD/YPG'nin Türkiye sınırında kontrol sağlaması ve Captagon'un bu ülkelere girmesi, rejimin düşmanlarına zarar verme stratejisinin bir sonucudur.
([1]) Eric Schmitt, “C.I.A. Said to Aid Steering Arms to Syrian Opposition”, The New York Times, 21 Haziran 2012,https://bit.ly/3toSSof
([2]) “U.S.-Backed MOM Operations Room Ends Support for FSA Groups”, The Syrian Observer, 19 Aralık 2017,https://bit.ly/3FaoSiM ; Youssef Sadaki, “The MOC’s Role in the Collapse of the Southern Opposition”, Atlantic Council, 23 Eylül 2016, https://bit.ly/3tiCdma
([3]) “Halt, who goes there? President Assad ‘humiliated’ on Syrian soil by Russian soldiers”, The New Arab, 13 Aralık 2017, https://bit.ly/3Q6VG2m
([4]) Patrick Wintour, “Rex Tillerson: Russi bears responsibility for Syria chemical attacks”, The Guardian, 23 Ocak 2018, https://bit.ly/46dwwEN
([5]) Khairallah Khairallah, “President Assad’s dubious definition of homogeneity”, The Arab Weekly, 27 Ağustos 2017, https://bit.ly/3PMaYrJ
([6]) “Assad gets warm reception as Syria welcomed back into Arab League”, Al Jazeera, 19 Mayıs 2023, https://bit.ly/3ZLlDHK
([7]) “UN envoy ‘fails’ to restart Syria constitutional talks amid regime intransigence”, The New Arab, 4 Kasım 2022, https://bit.ly/3ZPBKE8
([8]) Suleiman Al-Khalidi vd., “Special report: a collapsing economy and a family feud pile pressure on Syria’s Assad”, Reuters, 13 Ağustos 2020, https://reut.rs/3FanTiq
([9]) Claudia Chiappa, “Drug that make Syrian regime millions trafficked through Europe, report says”, Politico, 13 Eylül 2023, https://politi.co/3PVsJFo
([10]) Sinan Hatahet, “To Stay or To Leave? The Dilemma for Independent Syrian Businessmen”, EUI Middle East Directions, Kasım 2021, https://bit.ly/3PPiFxj
([11]) “Syria GDP – Gross Domestic Product”, Country Economy,https://bit.ly/3S8N4tB
([12]) “Syrian Arab Republic”, UN Statistics,https://bit.ly/48LJ87D
([13]) Sinan Hatahet, “To Stay or To Leave? The Dilemma for Independent Syrian Businessmen”, EUI Middle East Directions, Kasım 2021, https://bit.ly/3PPiFxj
([14]) Kareem Chehayeb, “A little while pill, Captagon, gives Syria’s Assad a strong tool in winning over Arab states”, Associated Press, 9 Haziran 2023, https://bit.ly/49t5ETq.
([15]) Maziar Motamedi, “How important is Captagon in al-Assad’s return to the Arab fold?”, Al Jazeera, 21 Mayıs https://bit.ly/3sgfHdL.
([16]) “Arab League ‘suspends meetings’ with Syrian regime amid continuing disputes over Captagon, refugees”, The New Arab, 27 Eylül 2023, https://bit.ly/466QUqn.
Türkiye ile Şam arasında 2011 yılından bu yana ilk defa doğrudan bakanlar düzeyinde görüşmeler gerçekleşti ve müzakereler oldu. İlk önce İstihbarat Teşkilatları Başkanları ve Savunma Bakanları’nın Rusya arabulucuğunda başlayan görüşmeler, daha sonra Dışişleri Bakanları seviyesinde de devam etti. Türkiye’deki seçimlerden önce İran’ın da sürece dâhil olmasıyla dörtlü zirveye dönüşen sürecin ilk çıktısı tarafların yol haritası belirleme üzerinde mutabık kalmaları oldu. Esed rejimi açısından görüşmelerin ilerleyebilmesi için iki ön şart bulunmaktadır. Birincisi, Türkiye’nin Suriye’den askerlerini çekmesidir. İkincisi ise, Türkiye’nin Suriye muhalefetine olan desteğine son vermesidir. Türkiye açısından ise bu görüşmelerin iki artı bir ana maddesi bulunmaktadır. Bunlar; Suriyeli sığınmacıların Suriye’ye geri dönüşü, terörle mücadelede YPG’ye karşı işbirliği ve üçüncü madde ise Suriye’de siyasî çözümün sağlanmasıdır.
İran ve Rusya’nın arabuluculuğunda yürüyen Ankara-Şam görüşmeleri aslında Astana sürecinden, Moskova sürecine bir geçişi de bir nevî temsil etmektedir. Astana sürecinde Türkiye, İran ve Rusya garantörlüğünde Esed rejimi ve Suriye muhalefeti müzakere ederken yeni süreçte Türkiye, Rusya, İran ve Esed rejimi dört taraf olarak müzakereleri yürütmektedir. Görüleceği üzere Suriye muhalefeti Astana sürecinin aksine dörtlü zirvede yer almamaktadır.
Bu rapor Suriye muhalefetinden 9 kişi ile mülakat düzenleyerek elde edilen bilgileri toparlayıp sunmaktadır. Söz konusu dokuz görüşmecinin üçü muhalefetin askerî kanadından, üçü siyasî kanadından ve diğer üçü de aktivistlerden oluşmaktadır. Siyasî ve askerî kanadın yanında aktivistlerin de bir paydaş olarak belirlenmesi, aktivistlerin Suriye’deki halk ayaklanmalarında oynadıkları rol ve Suriye halkının görüşlerini yönlendirmedeki ehemmiyetine binaendir. Suriye dosyasını yakından takip edenlerin bileceği üzere, aktivistlerin oluşturduğu toplumsal baskı siyasî ve askerî kanattaki Suriye muhalefetini sınırlandırma veya yönlendirme gücüne sahiptir. Toplumsal olarak bir olayın kabul edilmesi veya reddedilmesinde aktivistler son derece etkindir. Kendilerini de Suriye devrimin dolayısıyla Suriye muhalefetinin bir parçası olarak görmektedirler.
Dokuz kişilik örneklemin küçük olmasından dolayı belirlenen dokuz kişi, Suriye muhalefetini temsil etme kapasitesine uygunluk bağlamında seçilmiştir ve olabildiğince yüksek bir temsiliyet gücüne dikkat edilmiştir. Dokuz görüşmeci ile yapılan mülakatların birinci kısmında görüşmecilere bazı yorumlar okunmuştur ve bu yorumlara hangi ölçüde katıldıkları [katılıyorum, biraz katılıyorum, biraz katılmıyorum, katılmıyorum] sorulmuştur. İkinci kısımda ise birinci kısımdaki konu başlıklarına ilişkin açık uçlu sorular sorulmuş ve yarı yapılandırılmış derinlemesine mülakatlar gerçekleştirilmiştir. Bu rapor, mülakatlardan elde edilen veriler ışığında Suriye muhalefeti perspektifinden Ankara-Şam görüşmelerini ele almıştır.
Dokuz görüşmeci ile yapılan mülakatların birinci kısmında bazı yorumlar ifade edilmiş ve görüşmecilere bu yorumlara ne ölçüde katıldıkları sorulmuştur. İkinci kısımda daha detaylı ve derinlemesine bir mülakat gerçekleştirilmiştir
Ankara ile Şam arasındaki görüşmelere ilişkin genel görüşleri ve beklentileri sorulduğunda beklenenin aksine, Suriye muhalefeti bileşenlerinin görüşmenin varlığını kısmen de olsa olumladıkları görülmektedir. Nispeten askerî bileşenler siyasî bileşenlere göre görüşmelere ilişkin daha şahin bir tutum içinde oldukları anlaşılmaktadır [biraz katılıyorum: 4 (AK,Sİ,Sİ,A), biraz katılmıyorum: 1 (AK), katılmıyorum: 4 (AK,Sİ,AS,AS)]. Özellikle Türkiye’nin Suriye muhalefetinden vazgeçmediği sürece, Ankara ile Şam arasındaki görüşmeleri kabul etmeleri daha kolay olduğu belli olmaktadır [biraz katılıyorum: 7 (AK,Sİ,Sİ,Sİ,AS,AS,AS), biraz katılmıyorum: 1 (AK), katılmıyorum: 1 (AK)]. Aktivistler, Türkiye’nin Esed rejimi ile görüşmesinin Türkiye’deki seçimlerle ilişkilendirirken, siyasî ve askerî kanat buna katılmamaktadır [katılıyorum: 2 (AK,AS), biraz katılıyorum: 2 (AK,AK), biraz katılmıyorum: 2 (Sİ,AS), katılmıyorum: 3 (Sİ,Sİ,AS)]. Ancak Ankara-Şam görüşmelerinin Türkiye’nin önemli bir politika değişikliğine işaret ettiği de düşünülmemektedir [katılıyorum: 2 (AK, AS), biraz katılmıyorum: 3 (AK,AK,Sİ), katılmıyorum: 4 (Sİ,Sİ,AS,AS)].
Görüşmelere ilişkin bazı beklentiler sorulduğunda, Suriye muhalefeti bileşenlerinin çok net öngörüleri olduğu görülmektedir. Türkiye’nin Suriye’den askerini çekmeyeceğine dair kesin bir beklenti bulunmaktadır [katılıyorum: 8 (AK,AK,Sİ,Sİ,Sİ,AS,AS,AS), biraz katılmıyorum: 1 (AK)]. Benzer bir şekilde, Türkiye’nin Suriye muhalefetinden vazgeçeceği kabul edilmemektedir [biraz katılıyorum: 1 (AK), biraz katılmıyorum: 3 (AK,AK, AS), katılmıyorum: 5 (Sİ,Sİ,Sİ,AS,AS)]. Esed rejiminin iki temel ön şartının Türkiye tarafından yerine getirilmeyeceğine olan inançla beraber, Suriye muhalefetinin Ankara-Şam görüşmelerinin Suriye’deki siyasî çözüme katkısı olacağına da katılmamaktadır [biraz katılıyorum: 2 (Sİ,AS), biraz katılmıyorum: 1 (Sİ), katılmıyorum: 6 (AK,AK,AK,Sİ,A,AS)]. Kıyasen biraz daha iyimser olunsa da, Suriye muhalefeti bileşenleri düzenlenen görüşmelerin Suriye halkını bir fayda sağlayabileceği görüşüne de katılmamaktadır. Ancak siyasîlerin diğer iki gruba göre daha iyimser olması da dikkat çekmektedir. [biraz katılıyorum: 3 (Sİ,Sİ,Sİ), biraz katılmıyorum: 3 (AK,AK,AS), katılmıyorum: 3 (AK,AS,AS)]. Türk kamuoyu açısından Ankara-Şam görüşmelerini önemli kılan iki konu başlığı bulunmaktadır. Birincisi YPG’ye karşı mücadele için bir anlaşmaya varılma ihtimalidir. Bu bağlamda Suriye muhalefeti bileşenleri çok iyimser değildir. İkinci kısımda yapılan daha derinlemesine mülakatta anlatılacağı üzere, nispeten daha iyimser olanlar, Ankara ile Şam’ın YPG’ye karşı ortak bir anlayışı benimsemesini değil, Esed rejiminin YPG’yi korumaktan vazgeçmesinin mümkün olabileceğini düşünmektedir [biraz katılıyorum: 4 (AK,Sİ,AS,AS), biraz katılmıyorum: 1 (AK), katılmıyorum: 4 (AK,Sİ,Sİ,AS)]. İkincisi ise Suriyeli sığınmacıların ülkelerine geri dönmesi bağlamında bir anlaşmaya varılmasıdır. Bu konuda Suriye muhalefeti bileşenleri kesin olarak bu görüşün gerçekdışı olduğunu değerlendirmektedir [biraz katılmıyorum: 1 (AS), katılmıyorum: 8 (AK,AK,AK,Sİ,Sİ,Sİ,AS,AS)].
Ankara ile Şam arasındaki görüşmelerin yapısı ve şekline ilişkin ifade edilen yorumlara Suriye muhalefetinin genel olarak katılmadığı görülmektedir. Suriye muhalefetinin dörtlü zirvede yer almaması sorun değil yorumuna kesin olarak katılmamaktadırlar [katılmıyorum: 9 (AK,AK,AK,Sİ,Sİ,Sİ,AS,AS,AS)]. Görüşmelerde Rusya’nın arabulucu olarak yer almasına dair genel olarak olumsuz bir görüş hakimdir; aktivistlerin siyasîlere ve asker kanattan olanlara göre daha sert bir tutumu söz konusudur [katılıyorum: 1 (Sİ), biraz katılıyorum: 1 (AS), biraz katılmıyorum: 1 (Sİ), katılmıyorum: 6 (AK,AK,AK,Sİ,AS,AS)]. Rusya’nın arabuluculuk olarak varlığına dair siyasî ve askerî kanattan bazı daha ılıman görüşler olsa da İran’ın arabuluculuğu kesin bir şekilde olumlanmamaktadır [katılmıyorum: 9 (AK,AK,AK,Sİ,Sİ,Sİ,AS,AS,AS)].
Suriye muhalefetinin siyasî, askerî ve aktivist kesimleri açısından Ankara ile Şam arasında devam eden görüşmeler son derece önemli ve hayatî olduğu görülmüştür. Gerçekleştirilen mülakatlarda sorulan açık uçlu sorulara verilen cevaplar üzerinden anlaşılacağı üzere, Suriye muhalefeti açısından bu görüşmelerde öne çıkan üç unsur bulunmaktadır. Birinci unsur Türkiye’nin neden Şam ile görüştü sorusunu açıklama çabaları oluşturmaktadır. İkinci unsur ise Suriye muhalefetinin bu görüşmeleri nasıl değerlendirdiğinin ve onlar için ne manaya geldiğinin izahıdır. Üçüncü unsur ise Ankara ile Şam arasındaki görüşmelere dair gelecek öngörüleri ve beklentileri olmuştur.
Türkiye’nin neden Esed rejimi ile görüştüğü sorusuna ilişkin Suriye muhalefetinden popüler iki açıklama gelmektedir. Türkiye’nin bir devlet olduğu ve her devlet gibi kendi çıkarlarını koruması gerektiğini anlayışla karşıladıkları ile başlayan girizgâhların ardından, Suriye muhalefeti içsel ve dışsal faktörler diye ayrım yaparak, Türkiye’nin görüşme sebeplerini açıklamaya çalışmaktadırlar. İçsel faktör olarak Türkiye’deki Suriyeli sığınmacılar ve bu meselenin Türkiye’deki seçimlerde önemine vurgu yapmaktadırlar. Bu bağlamda Türkiye’deki muhalefetin Türkiye’deki toplumsal algıyı domine ettiği ve Esed rejimi ile görüşmenin – gerçekçi olmasa da – Suriyeli sığınmacılar sorununa bir çözüm oluşturacağı varsayımına vurgu yapılmaktadır. Özellikle seçimlerden önce iktidarın, muhalefetin bu argümanını boşa çıkarmak için Esed rejimi ile görüşmeyi kabul ettiği vurgulanmaktadır. Dışsal faktör olarak ise Türkiye’nin Rusya ile olan ilişkisine değinilmektedir. Burada iki ayrı görüş hâkimdir. Birinci ve daha güçlü olan görüş, Rusya’nın Türkiye’nin terörle mücadelesini engellediği ve Türkiye’ye Şam’ı işaret etmesi sonucunda Türkiye’nin Şam ile görüşmeyi kabul etmesidir. İkinci ve daha zayıf olan görüş ise, Türkiye’nin Rusya ile gelişen ilişkileri ve işbirliği sonucunda, iki ülkenin Suriye’deki ihtilafı çözmek adına ortak bir arzuya ve ortak bir niyete sahip olduklarıdır.
Söz konusu bu iki popüler açıklamanın yanında – ki bu iki açıklama hep beraber zikredilmektedir – bazı görüşmeciler Türkiye’nin genel olarak Suriye politikasında bir dönüşüme gittiği ve görüşmelerin bu dönüşümün bir sonucu olduğunu ifade etmişlerdir. Diğer bir açıklama ise Arap devletlerinin Esed rejimi ile normalleşmesi Türkiye’yi tedirgin ettiği ve Türkiye’nin sürecin dışında kalmak istemediği ve bypass edilmek istemediği için Esed rejimi ile görüşmeye başlaması olduğu yönündeydi.
Türkiye ile Esed rejimi arasındaki görüşmelere ilişkin Suriye muhalefetin bakış açısı karmaşıktır. Bir yandan Türkiye’nin egemenliğine ve bağımsızlığına saygı gösterilirken, diğer yandan da Türkiye’nin Esed rejimi ile görüşme biçimine ilişkin önemli itirazlar bulunmaktadır. Kendilerinin arzuları Esed rejimi ile görüşmelerin hiç olmaması olsa da, görüşmelerin var olduğu takdirde, formatın ve yöntemin değişik olmasıdır. Formata ilişkin en çok dillendirilen eleştiri, Suriye muhalefetinin görüşmelerde yer almamasıdır. Yapılan tüm görüşmelerde (birisi hariç) Suriye muhalefetinin Esed rejimi ile olan müzakerelerde yer alması gerektiği vurgulanmıştır. Bu bağlamda Türkiye’nin 3’e karşı 1 denkleminde müzakereleri yürüttüğü ve Suriye muhalefetinin masadaki varlığının hem Türkiye’yi güçlendireceği hem de görüşmelerin daha sağlıklı bir zeminde ilerlemesine imkân tanıyacağı argümanı olmuştur. Söz konusu bu yaklaşım Suriye muhalefetinde önemli bir değişime işaret ettiği burada belirtilmelidir. Nitekim önceki yıllarda Suriye muhalefeti Esed rejimi ile görüşmeyi kategorik olarak redderken, şuan görüşmelerde bulunmamalarını bir sorun ve eksiklik olarak nitelendirmektedirler. Hatta kendilerinin görüşmelerde olmayışını, Suriye muhalefetini zayıflatan ve Suriye muhalefetinin önemini azaltan bir unsur olduğunu ifade etmektedirler.
Suriye muhalefetinin görüşmelere dair diğer bir eleştirisi de Birleşmiş Milletlerin görüşmelerde yer almayışıdır. Suriye muhalefetine göre, Esed rejimi ile müzakereler BM gözetiminde ve yönetiminde gerçekleşmelidir. Türkiye’nin İran ve Rusya arabuluculuğu ile görüşmesinin yanlış olduğu ve BM’nin ön planda olmasının daha doğru olacağı vurgulanmıştır.
Görüşmelerde Rusya ve İran’ın varlığına ilişkin kesin olarak İran’ın varlığı ve mevcudiyeti Suriye muhalefeti tarafından bir sorun olarak değerlendirilmektedir. İran’ın görüşmelerde oynadığı rol Suriye muhalefetini derinden rahatsız etmektedir. Ancak Rusya’nın varlığı nispeten daha olumlu karşılanmaktadır. Hatta bazı görüşmeciler, Türkiye’nin boşuna Esed rejimi ile görüştüğünü ve görüşmeleri aslında sadece Rusya ile yürütmesi gerektiğini de ifade etmişlerdir.
Türkiye’nin Esed rejimi ile görüşmesinden memnun olmayan Suriye muhalefeti, masada yer almamasına rağmen, Türkiye’nin Suriye muhalefetini yarı yolda koymayacağından çok emindir. Türkiye’nin Suriye muhalefetine gerekli güvenceleri verdiğini ifade eden siyasî ve askerî görüşmeciler, Türkiye’nin Suriye muhalefeti ile müttefik olduğunu ve kader birlikteliği yaptığını belirtmektedirler. Ancak aktivist görüşmeciler ise bu konuda bazı şüphelere sahiptirler. Söz konusu bu fark, Türkiye’de görüşmelerde yer alan kurumların (Dışişleri, Savunma Bakanlığı ve Milli İstihbarat Teşkilatı) görüşmelere dair düzenli olarak siyasî ve askerî muhalefet ile görüşmesidir. Ancak aktivistlerin bu yönde daha şüpheci olması, Türkiye’deki kurumların bilgi paylaşımı ve Suriye muhalefeti ile yaptığı görüşmelerin Suriyeli topluma ve genel kamuoyuna yansımadığına işaret edebilir.
Esed rejiminin görüşmelerde aldığı pozisyona ilişkin, Suriye muhalefeti Esed rejiminin bilinen tutumunu devam ettirdiği ve üsten bakışlı bir tavırda olduğunu ifade etmişlerdir. Beşar Esed tarafından Arap Zirvesi’nde yapılan konuşmada diğer Arap devletlerini Türkiye’nin ‘yayılmacı’ ve ‘Osmanlıcı’ politikalarından uyarmasına dikkat çekilmiştir. Esed rejiminin öne sürdüğü iki ön şart (Türk askerin Suriye’den çekilmesi ve Suriye muhalefetine verilen desteğin son bulması), Esed rejiminin gerçekçi olmayan taleplerini ve uzlaşmaz tutumuna işaret olarak gösterilmektedir. Ancak bu iki ön şartın Türkiye tarafından kesin olarak uygulanmayacağına dair de çok güçlü bir inanç ve güven hâkim olduğu görülmüştür.
Suriye muhalefetinin Ankara-Şam görüşmelerine ilişkin ciddi bir beklentisi bulunmamaktadır. Esed rejiminin Türkiye’nin taleplerini olumlu karşılamayacağı belirtilmektedir. Esed rejiminin bu yönde ne bir niyeti ne de kapasitesinin olduğu vurgulanmaktadır. Diğer taraftan Türkiye’nin de seçimlerden sonra görüşmelere daha az istekli olacağı beklentisine da işaret edilmektedir. İki tarafın tutumları ve Esed rejiminin de kapasite sorunu eklendiğinde, görüşmelerin geleceğinin olmadığı vurgulanmaktadır. Özellikle Suriye muhalefetinin Esed rejimi ile olan kendi öz tecrübelerine atıf yapılarak, Esed rejiminin uzlaşmaz tutumu olduğu ve uzlaşmaya yanaşmadığı, yanaşsa bile verdiği sözleri asla yerine getirmediğinin altı çizilmiştir. Bu bağlamda Arap devletlerinin Esed rejimi ile normalleşmesine işaret edilerek, Esed rejimi hiçbir şey vermeden, Arap devletlerinden istediğini almayı başardığı belirtilmiştir. Hatta Suriye’deki savaşta da Esed rejimi hiçbir zaman uzlaşmaya yaklaşmadığı ve uzlaşma sağlansa bile Esed rejiminin sözünde durmadığı aktarılmıştır. Mevcut durumda Esed rejiminin kendisini muzaffer olarak gördüğünden dolayı bu tutumunun başarılı olduğunu değerlendirdiği anlatılmıştır. Rejimin bu yöndeki siyasî okuması da Ankara-Şam görüşmelerini engelleyen faktör olarak değerlendirilmektedir.
İlaveten, Türkiye’nin Esed rejimi ile yapmış olduğu görüşmelerden olumlu herhangi bir sonucun çıkmayacağı vurgulanmaktadır. Israrlı sorulara rağmen, dokuz görüşmeciden hiçbiri Ankara-Şam görüşmelerinden çıkması mümkün olan herhangi bir olumlu sonuç düşünememiştir.
Suriye muhalefetinin genel beklentisi Ankara-Şam görüşmelerin başarısız olacağı veya rölantide devam edeceği yönündedir. Bu beklenti bağlamında, Türkiye’nin belirli bir süre sonra Esed rejimi ile görüşmeden önceki politikalarına tekrar geri döneceği beklentisi ve arzusu da bulunmaktadır.
Görüşmelerden başarı için neyin yapılması gerektiği konusunda, Suriye muhalefeti ümitsizliğini dillendirmiştir. Esed rejiminin tutumunda değişiklik olmadan bir başarının elde edilemeyeceğini ve mevcut konjonktürde bir değişim emaresinin görülmediğinin altı çizilmektedir. Ancak olurda rejimde bir tutum değişikliği gerçekleşse bile, başarı elde edilebilmesi için mevcut dörtlü zirve yerine BM nezdinde BM Güvenlik Kurulu’nun 2254 No’lu kararının uygulanması gerektiği bir sürece ihtiyaç olduğu vurgulanmıştır. Esed rejimi ile görüşmelerin Cenevre’de uluslararası toplumun katılımı ile yapılması gerekildiği aktarılmıştır.
Suriye muhalefetinde, Türk kamuoyunda Esed rejimi ve Suriyeli sığınmacıların geri dönüşüne ilişkin beklentilerin tamamen gerçekdışı olduğu ve büyük bir yanılsama olduğu görüşü hâkimdir. Yapılan görüşmelerde, Esed rejimi ile görüşmenin Suriyeli sığınmacıların geri dönüşüne olumlu bir katkı sağlama ihtimali kesin ve somut bir şekilde reddedilmiştir. Hatta bu yöndeki beklentinin kaynağının ne olduğu ve Suriye’nin gerçekliğinden nasıl bu denli uzak olunabileceği yönünde de bir şaşkınlık dile getirilmiştir. Suriye muhalefetinin bileşenleri ile yapılan görüşmelerde, Suriyeli sığınmacıların geri dönüşüne Esed rejiminin herhangi bir olumlu katkısının olmayacağı altı argümanla izah edilmiştir.
Birinci argüman, Suriyeli sığınmacıların sığınmacı konumuna düşmesinin sebebidir. Yapılan görüşmelerde Suriyeli sığınmacıların – rejim muhalifi ve rejim destekçilerinin – Esed rejiminden kaçtıkları ve Esed rejimi sebebiyle Suriye’ye geri dönmedikleri izah edilmiştir. Rejime muhalif kişilerin canlarını ve mallarını korumak için, Esed rejiminden kaçmak zorunda kaldıklarını ve onların sığınmacı statüsünde olmasının sebebi olan Esed rejimi ortadan kalkmadıkça, bu insanların geri dönmeyecekleri vurgulanmıştır. İnsanların katillerine dönmesini beklemenin yanlış olduğu belirtilmiştir. Rejim destekçisi Suriyeli sığınmacıların ise Esed rejimi için savaşıp masum Suriyelileri öldürmek istemediklerinden dolayı, Suriye’den kaçtıkları ifade edilmiştir. Zorunlu askerlik uygulaması sebebiyle, Suriye’ye geri dönüşlerinin mümkün olmadığı aktarılmıştır. Esed rejiminin çıkardığı afların, zorunlu askerlikten kaçanlara uygulanacak cezaları affettiği ama yine de zorunlu askerlik hizmetinin yapılması gerektiği izah edilmiştir.
İkinci argüman ise Suriye içindeki nüfus dengeleri ve Türkiye sınırına yakın kamplarda yaşayan siviller olmuştur. Yurtdışında nispeten daha iyi şartlarda yaşayan Suriyeli sığınmacıların geri dönüşünü konuşmadan önce, Suriye’de yerlerinden edinmiş ve Türkiye sınırına yakın kamplarda yaşayan milyonlarca sivilin neden evlerine dönmediklerine bakılması gerekildiği vurgulanmıştır. Çadırlarda çok zor hayat şartların olmasına rağmen, kışın insanların donarak ölmesine rağmen ve kamplarda ciddi bir yoğunluk olmasına rağmen, insanlar Türkiye sınırına yakın bir bölgede yaşamayı, rejim kontrolündeki Hama, Humus ve Şam (Guta)’a geri dönmeye tercih ettikleri hatırlatılmıştır. Kamplarda yaşayan, sağlık ve eğitim gibi hizmetlerden büyük ölçüde mahrum olan bu insanların evlerine geri dönmediği bir ortamda, Türkiye gibi müreffeh bir ülkede yaşayan Suriyeli sığınmacıların evlerine geri dönmelerini konuşmanın gereksiz olduğu değerlendirilmiştir.
Ayrıca Suriye’deki nüfus hareketliliğinin de göz önünde bulundurulması gerektiği ifade edilmiştir. Savaş öncesi 23 milyon olan Suriye nüfusunun 6,5 milyonunun yurtdışına kaçtığı ve mülteci olarak yaşadığı belirtilmiştir. Buna ilaveten, insanların rejim bölgelerinden kaçıp Suriye muhalefetinin kontrolündeki bölgelere geldikleri ifade edilmiştir. Nitekim savaş öncesi 1,5 milyon nüfusa sahip olan ve şuan Suriye muhalefeti tarafından kontrol edilen bölgelerde, an itibariyle 5 milyon civarında insan yaşaması bu iddiayı doğrulamaktadır.
Üçüncü argüman ise Esed rejiminin Suriyeli sığınmacılara yönelik tutumu olmuştur. Yapılan görüşmelerde, Esed rejiminin mutlak surette Suriyeli sığınmacıların ülkelerine geri dönmesinin istemediği ve bunu engellemek için uğraştığı belirtilmiştir. Esed rejimine bağlı üst düzey kişilerin Suriyeli sığınmacıları terörist olarak nitelendirdikleri ve geri dönen Suriyelilerin Esed rejimi tarafından geri dönüşlerine garanti verilmesine rağmen işkence edildiği, tecavüz edildiği ve mallarına el konulduğu vurgulanmıştır. Esed rejiminin bu tutumu, rejimin kontrol edilebilir bir nüfusu tercih ettiği ve Suriyeli sığınmacıların evlerine geri dönmesinin bir saatli bomba olarak gördüğü aktarılmıştır. Yapılan izahata göre Suriyeli sığınmacılar evlerine geri dönerse, Türkiye gibi ülkelerde demokrasi, özgürlük ve devlet hizmetlerinin ne olduğunu görmüş olan bu insanlar tekrar Esed rejimine karşı ayaklanacaktır.
Dördüncü argüman, Esed rejiminin Suriyeli sığınmacıların geri dönüşüne imkan sağlayacak kapasiteye de sahip olmayışıdır. Rejim bölgelerindeki ekonominin çok kötü olduğu ve Suriyeli sığınmacıların geri dönmesinin ekonomik açıdan mümkün olmadığı belirtilmiştir. Suriyeli sığınmacıların geldiği bölgelerin çoğunluğu (Hama, Humus ve Halep) rejim bombardımanı tarafından yıkıldığı aktarılmıştır. Rejim bölgelerindeki altyapının ve üstyapının daha büyük bir nüfusu kaldırmaya imkân vermediği ve rejimin o kadar çok insanı beslemeye gücü yetmeyeceği ifade edilmiştir. Mevcut olarak rejim bölgelerinden yaşayan Suriyelilerin ekonomik zorluklardan dolayı – rejimi destekleseler bile – Suriye’den çıkmanın yolunu aradıkları söylenmiştir.
Beşinci argüman ise Lübnan ve Ürdün’ün Esed rejimi ile 2018 yılında ilişkileri normalleştirmiş olmaları ve Suriyeli mültecilerin geri dönüşü için ortak bir mekanizmanın kurulmuş olmasına rağmen, 2018’ten bu yana Suriye’ye kayda değer bir geri dönüşün olmadığıdır. Hatta Lübnan’ın artık Suriyelileri zorla geri göndermeye çalıştığına değinilerek, Suriyeli mültecilerin gönüllü geri dönüşünü bırakın, zorla geri gönderilmelerinin bile mümkün olmadığı izah edilmiştir.
Altıncı argüman, Esed rejimi tarafından kontrol edilen bölgelerdeki genel asayiş ve güvenlik sorunlarıdır. Suriye muhalefetinin bileşenleri ile yapılan görüşmelerde, rejim kontrolündeki bölgelerde Esed rejiminin hâkimiyetinin olmadığı ve Esed rejiminin Şam merkezindeki bazı mahalleler haricinde sözünün geçmediği belirtilmiştir. Rejim kontrolündeki bölgelerde hâkim güçlerin İran ve Rusya’ya bağlı milis yapılar olduğu ve her milis yapısının kendi bölgesinde ayrı bir uygulamaya sahip olduğu aktarılmıştır.
Yapılan görüşmelerde Suriyeli sığınmacıların Suriye’ye geri dönüşü için yegâne ve tek çarenin Suriye muhalefetinin kontrolündeki bölgeler olduğunun altı çizilmiştir. Suriye’ye geri dönen Suriyeli sığınmacıların büyük çoğunluğunun muhalif bölgelere olduğu belirtilmiştir. Muhalefetin kontrolündeki bölgelerin toprak olarak sınırlı olmasına ve Suriye’nin içinden de ciddi göç almasına rağmen, sığınmacılar için Suriye’deki en cazip bölgeler olduğu vurgulanmıştır. Eğer toprak anlamında bu bölgeler geliştirilir ve Katar Kalkınma Fonu’nun desteklediği konut projeleri yapılmaya devam edilirse, daha fazla Suriyeli sığınmacının Suriye’ye geri dönmesine imkan olacağı ifade edilmiştir. Suriye muhalefeti açısından, Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönmesinin olumlu olduğu ve onların geri dönüşünü sağlamak için çalıştıklarını ifade etmişlerdir.
Suriye muhalefeti bileşenleri ile yapılan görüşmelerde, öne çıkan en önemli konu başlıklarından birisi de terörle mücadele bağlamında Türkiye’deki beklentiler olmuştur. Görüşmeciler Türk kamuoyundaki beklentilerin saha gerçekliğinden uzak olduğunu ve bu beklentilerin yerine gelmesinin mümkün olmadığını belirtmişlerdir. Esed rejiminin YPG ile mücadelede Türkiye için bir partner olamayacağını ifade eden görüşmeciler, YPG’nin Türkiye’den önce Suriye’nin toprak bütünlüğünü tehdit ettiğini, [2011’den bu yana] Türklerden daha çok Suriyelileri öldürdüğünü ve terör örgütlerinin Suriye’de yeri olmadığını aktarmışlardır. Bu bağlamda Türkiye ile Suriye’nin çıkarlarının örtüştüğünü ve Suriye muhalefetinin Türkiye’nin doğal ve rasyonel müttefiki olduğunun altını çizmişlerdir. YPG’ye ilişkin olan bu bakış açısının Esed rejiminde olmadığını ve olsa dahi Esed rejiminin YPG ile mücadele için bir kapasitesinin olmadığını vurgulamışlardır. Türkiye ile Esed rejimi arasında YPG’ye karşı bir anlaşma beklentilerinin olmadığını, tek anlaşmanın Esed rejiminin YPG’yi korumaktan vazgeçmesi üzerine olabileceğini belirtmişlerdir. Bu bağlamda, Esed rejimi ve daha da önemlisi Rusya’nın YPG’yi korumaktan vazgeçmesi durumunda, TSK ve SMO’nun YPG’ye karşı yeniden bir askeri harekat düzenleyebileceğini anlatmışlardır.
Esed rejimi ile Türkiye arasında YPG bağlamında neden bir anlaşma beklenmediklerine dair, görüşmecilerin 3 öne çıkan açıklaması mevcuttur:
Birinci açıklama geçmişe gitmektedir. Suriye muhalefeti bileşenlerin vurguladığı üzere, Esed rejimi ile PKK/YPG ilişkisi çok eskiye dayanmaktadır ve yeni bir olgu değildir. Baba Esed zamanından kalma ilişkiyi hatırlatan görüşmeciler, Esed rejiminin Abdullah Öcalan’ı Şam’da ağırladıkları ve koruduklarını hatırlatmıştır. Terör örgütü ile Esed rejiminin sağlam ve eski bir geçmişi olduğunu ifade eden görüşmeciler, 2012 yılında Esed rejiminin Suriye’nin kuzeyinden çekilirken, bölgeleri YPG’ye devrettiğini hatırlatmıştır. Hatta bir görüşmeci, kendisinin o dönemde rejim saflarında üst düzey bir bürokrat olduğunu ve Esed rejimin gönderdiği yazıda devlet binaları, bölgedeki askeri üsler, silah ve mühimmatların YPG’ye devredilip, Suriye’nin kuzeyinin YPG’ye teslimi emredildiğini anlatmıştır. Kendisinin o resmî yazıyı hala sakladığını ve rejimden ayrılmasında bunun büyük bir etken olduğunu belirtmiştir.
İkinci açıklama ise Halep şehrindeki Şeyh Maksud Mahallesi üzerinden kurulmuştur. Bilindiği üzere 2016 yılında Halep şehri abluka altına alınmış ve sonunda içerideki tüm muhalifler Türkiye, Rusya ve İran arasında yapılan bir anlaşma gereğince tahliye edilmişti. O dönemde Halep şehrindeki Şeyh Maksud Mahallesi YPG tarafından kontrol edilmekteydi. Şehrin ablukaya alınması için Esed rejimi ile doğrudan işbirliği yapan YPG, daha sonra muhaliflerin tahliye edilmesi ile Türkmen mahallesi olan Bostan Paşa’ya girmiş ve yarısını kontrol altına almıştır. Aradan geçen 7 seneye rağmen, YPG’nin bu iki mahalledeki kontrol alanı devam etmektedir. Görüşmeciler, Esed rejiminin Halep şehrindeki Şeyh Maksud Mahallesindeki YPG varlığını sonlandırmıyorken, Suriye’nin kuzeyindeki YPG kontrol alanlarına ilişkin adım atmasını beklenmemesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Üçüncü açıklama ise Esed rejimin askeri kapasitesinin yetersiz olduğu yönünde olmuştur. Görüşmeciler, Esed rejiminin sayısal anlamda genişlemek ve Irak sınırına kadar kuzeyde kontrolü sağlamak için imkânlara ve askerî unsurlara sahip olmadığını ifade etmişlerdir. Suriye’nin güneyindeki Dera’da bile 5 yıldır rejim hâkimiyeti sağlanamamışken, rejimin kuzeydoğuya doğru genişlemesinin mümkün olmadığı belirtilmiştir. İlaveten, Esed rejiminin YPG’yi doğrudan hedef alması durumunda, ABD’nin de Esed rejimini hedef almasının muhtemel olduğunu vurgulamışlardır. Nitekim ABD, Türk askerini NATO müttefikliği sebebiyle hedef almazken, Esed rejimi için durumun çok farklı olacağını söylemişlerdir.
Son olarak, özellikle askerî kanattan olan görüşmecilerin vurguladığı diğer bir husus ise bu fikrin saha gerçekliği ile ne denli uzak olduğudur. Askerî kanattan olan görüşmeciler, cephe hatlarında yaşanan çatışmalarda karşılarında Esed rejim unsurları ve YPG’nin beraber aynı hendekte olduğunu hatırlatmıştır. Tel Rıfat, Menbiç, Ayn İssa, Tel Temr ve Amuda bölgelerinde aynı anda Esed rejimi ve YPG ile çatıştıklarını belirtmişlerdir. Sahadaki gerçeklik böyleyken, Ankara ile Şam arasında YPG’ye karşı ortak bir askerî hamlenin hiçbir şekilde inandırıcı olmadığını ifade etmişlerdir.
Suriye muhalefetinin Ankara-Şam görüşmelerine ilişkin tutumu ve görüşleri değerlendirildiğinde öne çıkan 3 nokta bulunmaktadır.
Türkiye’deki kamuoyu algısının aksine, Suriye muhalefetinin beklentileri daha olumsuz ve daha negatiftir. Türk kamuoyunda görüşmelerin bir sonuç vereceği beklenirken, Suriye muhalefeti kesin olarak bir sonucun elde edilemeyeceğini ifade etmektedirler. Benzer bir şekilde, Türkiye’de görüşmelerin Suriyeli sığınmacıların geri dönüşü için olumlu bir sonuç doğurması ve YPG’ye karşı ortak bir zeminde buluşulması ümit edilirken, Suriye muhalefeti bileşenlerinden görüşülen kişiler bunun olmayacağını net bir şekilde ifade etmektedirler.
Türkiye’de dörtlü zirvenin formatı ve yapısına ilişkin çok fazla tartışma ve fikir ayrılıkları dillendirilmezken, Suriye muhalefetinin bu yönde ciddi eleştirileri bulunmaktadır. Görüşmelerde Suriye muhalefetinin yer almamasını büyük bir eksiklik ve hata olarak nitelendiren görüşmeciler, Türkiye’nin 3’e karşı 1 denkleminde kaldığını izah etmektedirler. Ayrıca Rusya ve İran arabuluculuğunda yapılan görüşmeler yerine, Birleşmiş Milletler uhdesinde görüşmelerin daha doğru olacağı değerlendirilmektedir.
Suriye muhalefeti bileşenlerinden olan görüşmecilerin ortak bir şekilde vurguladıkları Türkiye’ye egemen bir ulus olarak saygı duydukları ve Türkiye’nin dünyadaki her devlet gibi kendi çıkarı doğrultusunda hareket etmesini anladıkları olmuştur. Bununla beraber, Türkiye’nin Suriye’den askerini çekmeyeceğine ve Suriye muhalefetini yarı yolda bırakmayacağına dair de kesin bir inanç hâkimdir. Esed rejiminin iki ön şartı olan ‘Suriye’den Türk askerlerin çekilmesi’ ve ‘Suriye muhalefetine desteğin kesilmesinin’ yerine getirilmeyeceği kuskusuz olarak görülmektedir.
Suriye muhalefetinin beklenildiğinden daha olgun olduğu görülmektedir. Türkiye ile Esed rejimi arasındaki görüşmelere duygusal olarak yaklaşmadıkları ve rasyonel zeminde argüman geliştirdikleri anlaşılmaktadır. Suriye muhalefetinin Türkiye’nin egemenliğine ve bağımsızlığına saygı duyması ve Ankara ile Şam arasındaki görüşmeleri doğrudan reddetmemesi siyasî olgunluğu göstermektedir. Hatta Suriye muhalefeti bileşenlerinin siyasî okuması ve görüşmelerden beklentilerinin Türk kamuoyuna göre daha ayağı yere basan yaklaşımlar olduğunu söylemek mümkündür. 2011’den bu yana Suriye muhalefetinin ciddi bir gelişim gösterdiği ve siyasî okuma becerisinde ciddi bir artışın olduğu ifade edilebilir. Savaşın ilk yıllarında Esed rejimi ile görüşmeyi dahi reddeden muhalefetin, Ankara-Şam görüşmelerine dair en büyük eleştirisinin Suriye muhalefetinin masada olmamasıdır. Bu değişim ve dönüşüm, 12 yıllık süreçte Suriye muhalefetinin ciddi tecrübe kazandığına işarettir.
Suriye muhalefetinin Türkiye’ye ilişkin olumlu bakışı ve sarsılmaz güveni bir yandan Türkiye için ciddi bir imkân sağlarken, diğer yandan ise önemli bir riski de içinde barındırmaktadır. Suriye muhalefetinin Türkiye’ye ilişkin olan sarsılmaz güveni zedelenirse, psikolojik ve duygusal anlamdaki yıkım da çok büyük olabilir.
Şekil 1 HTŞ'nin Afrin bölgesindeki ilerleyişi
El Kaide’ye bağlı Nusra Cephesi’nden, El Kaide’den ayrılıp kurduğu Şam’ın Fethi Cephesi ve sonrasında oluşturulan HTŞ’ye varan süreç hakkında yayınlanan birkaç kapsamlı Türkçe rapor bulunmaktadır. Bunların arasında belki de en kapsamlısı Can Acun, Bünyamin Keskin ve Bilal Salaymeh’in yazdığı “El Kaide’den HTŞ’ye: Nusra Cephesi” isimli rapordur.(14) Bu rapora atıf verilerek, HTŞ’nin yaşadığı dönüşüm sürecinden ziyade, HTŞ’nin İdlib’te ortaya koyduğu bölgesel liderlik modeli ve bu modelin neden genişlemeye muhtaç olduğu ele alınacaktır.
HTŞ’nin Afrin’e girmesinin Türkiye’nin Suriye politikası için oluşturduğu tehdidin iki önemli göstergesi Rusya’nın düzenlediği hava saldırıları(18) ve ABD’nin yayınlamış olduğu beyanat(19) olmuştur. Söz konusu gelişmeler ve sahada çatışan iki farklı liderlik modeli göz önünde bulundurularak üç aşamalı bir yol haritası benimsenmelidir.
([1]) Aaron Y. Zelin, “Why Is It So Difficult to Get Off a Terrorist List?”, 3 Haziran 2022, Washington Institute, http://bit.ly/3AfZRAG (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(2) Ömer Özkizilcik ve Ömer Behram Özdemir, “Ahrar el Şam’da “darbe girişimi” ve olası senaryolar”, 22 Ekim 2020, Suriye Gündemi, http://bit.ly/3TBBUdU (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(3) Ömer Behram Özdemir, “Ahrar el Şam’da Yeni Komuta Konseyi”, 3 Mayıs 2021, Suriye Gündemi, http://bit.ly/3UBeIO0 (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(4) Ömer Özkizilcik, “HTŞ’nin Afrin’e girmesi Türkiye’nin Suriye politikasını tehdit ediyor”, 26 Haziran 2022, Gündeme Dair Herşey, http://bit.ly/3O4qyOp (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(5) Enab Baladi, “عفرين.. “اللجنة المشتركة لرد الحقوق” تنفي انسحاب فصائل عسكرية منها”, 18 Ağustos 2021, http://bit.ly/3O5pV7d (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(6) Walid Al Nofal, “The case of Abu Amsha: How commanders of Turkish-backed factions in northwestern Syria go unpunished”, 4 Nisan 2022, Syria Direct, http://bit.ly/3AgH5sB (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(7) Hassan Ibrahim, “جهاد عيسى الشيخ.. رجل ظل يقود دبلوماسية “تحرير الشام””, 7 Kasım 2022, Enab Baladi, http://bit.ly/3O8MlUT (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(8) Ömer Özkizilcik, “Unutulduğu için büyüyen sorun: HTŞ’nin Afrin’e girmesi”, 13 Ekim 2022, Gündeme Dair Herşey, http://bit.ly/3E3J98y (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(9) Ömer Özkizilcik, “HTŞ’nin Afrin’e girmesi Türkiye’nin Suriye politikasını tehdit ediyor”, 26 Haziran 2022, Gündeme Dair Herşey, http://bit.ly/3O4qyOp (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(10) Levent Kemal ve Ragıp Soylu, “Syria: Turkey to reorganise rebel groups as HTS withdraws from Afrin”, 25 Ekim 2022, Midde East Eye, http://bit.ly/3UEc3TS (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(11) Suriye TV, “تركيا تخطط لدمج فصائل الجيش الوطني السوري ضمن تشكيل موحد بقيادة مركزية”, 26 Ekim 2022, http://bit.ly/3Aif5Ff (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(12) Ayman Abdel Nour, 13 Kasım 2022, Twitter, http://bit.ly/3ExNBOa (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(13) Suriye TV, “عزل قائد حركة أحرار الشام من قبل 5 ألوية واختيار قائد جديد.. ما الأسباب؟”, 8 Kasım 2022, http://bit.ly/3V0gibU (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(14) Can Acun, Bünyamin Keskin ve Bilal Salaymeh, “Rapor: El Kaide’den HTŞ’ye: Nusra Cephesi”, 19 Ekim 2017, SETA, http://bit.ly/3hI2mFs (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(15) Dareen Khalifa ve Noah Bonsey, “In Syria’s Idlib, Washington’s Chance to Reimagine Counter-terrorism”, 3 Şubat 2021, Crisis Group, http://bit.ly/3EA8etq (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(16) Priyanka Boghani, “Syrian Militant and Former Al Qaeda Leader Seeks Wider Acceptance in First Interview with U.S. Journalist”, 2 Nisan 2021, PBS, http://bit.ly/3UCYSTf (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(17) Rewards For Justice, “يا هلا بالجولاني يا وسيم وشو هالبدلة الحلوة. فيك تغير ثوبك لكن انت بتضلك إرهابي. لا تنسى مكافأة الـ ١٠ مليون دولار. ارسل لنا معلوماتك عن الجولاني لتحصل على مكافأة تصل الى 10 ملايين دولار، عبر تلغرام أو سكنال أو واتساب: 0012022941037”, 3 Şubat 2021, Twitter, http://bit.ly/3UF23tA (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(18) Suriye TV, “بعد دخول تحرير الشام. غارات روسيّة على ريف حلب الشمالي”, 16 Ekim 2022, http://bit.ly/3Ex8cSJ (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(19) The Syrian Observer, “U.S. Calls for HTS Withdrawal from Syria’s Afrin”, 19 Ekim 2022, http://bit.ly/3EyGSUs (Erişim Tarihi: 15 Kasım 2022)
(20) Yolande Knell, “Captagon: Jordan’s Underdeclared War Against Syria Drug Traffickers”, 18 Nisan 2022, BBC News, http://bit.ly/3Txj1J3 (Erişim Tarihi:15 Kasım 2022)